Her Müride Sofi Denmez

Adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz birçok ilim dalı var. Bunların her biri konusuna göre kıymet ve önem taşıyor. İlimlerin konuları, aynı zamanda  hedeflerini de gösterir. Şunu söylemek mümkün: Bir ilim veya sanat, insanla ve insan hayatıyla ne kadar ilgiliyse o derece kıymetli ve önemlidir.

İnsanı ilgilendiren en önemli ilim hangisi olabilir? Hiç şüphesiz, kendi nefsini ve Yüce Rabbi’ni öğreten ilimdir. İnsanın yaradılış gayesi de bu ilimle öğrenilir. Bu özelliği sebebiyle o, ebedi kurtuluş vesilesidir. Tefekkür nazarıyla bakılırsa anlaşılır ki, bütün gökler, yerler ve içindekiler bu ilmi öğretmek için yaratılmıştır. Bütün peygamberlerin, alimlerin, hikmet sahiplerinin öğrettiği ilim de temelde budur. Ona kısaca “marifetullah” denir.

Marifetullah, Yüce Allah’ı tanımaktır. Bu tanıma, sırf iman etmekten öte bir iştir. O gerçek bir ilim ve irfandır. Bu ilmin birinci basamağı nefsini tanımaktır. Gerçek manada nefsini tanıyan Rabbini de tanır.

Diğer bir açıdan bakıldığında, bir ilim insanı kendi özünden ve Rabbi’nden uzaklaştırıyorsa, dünyası kadar ahiretine de fayda vermiyorsa, bütün hizmeti mide ve şehvete yönelik ise, ona hayırlı ilim denmez.

 Sufiler Neyle Uğraşır

Biliyoruz ki, insanın en kıymetli cevheri kalbidir. İnsan terbiyesinde hedef nokta kalptir. Kalbin elde edeceği en büyük ilim marifetullah, en güzel sıfat ise edep ve hayadır. Bütün hayırlı ilimlerin hedefi budur.

Kalbin elde edeceği marifetullahın da, edep ve hayanın da yolu tezkiyedir. Tezkiye, manevi temizliktir. Yani kalbin inkâr, şirk, nifak, isyan, gaflet gibi manevi kirlerden temizlenmesidir. Bu temizlik, ilâhî nur ve sevgi ile gerçekleşir. Diğer bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber A.S. Efendimiz de bu temizlik için gönderilmiştir (Âl-i İmran/184, Cuma/2). Kur’an’da, ebedi saadet bu temizliğe bağlanmıştır (A’lâ/14-15, Şems/9-10).

Rasulullah A.S. Efendimiz’den sonra, kalbleri ilâhî nur, sevgi ve manevi tasarrufla temizleme görevi, onun gerçek vârislerine verilmiştir. Hz. Peygamber’le insanlığa sunulan ilâhî ilme, marifete, edep ve sevgiye vâris olmak, Yüce Allah’ın bir lütfudur. Allahu Tealâ o nimeti dilediklerine verir. Bu nimet, ilâhî sevgidir, nurdur, feyizdir, edeptir, güzel ahlâktır. Bütün bunlar kalplerin ilacıdır. Kalbinin huzurunu düşünen bir insan, ona midesi kadar önem vermezse, kalbi dertten, nefsi inlemekten kurtulmaz.

Kalp temizliğini ve nefis terbiyesini hedefleyen ilme ahlâk ilmi denir. Tarih boyunca bu ilmin gerçek hakkını “sufi” ismiyle anılan kâmil veliler vermiştir. Onlar bu ilmi sadece açıklamakla kalmamış, aynı zamanda kendi nefislerinde tatbik etmişlerdir. Ayrıca bir terbiye sistemi içinde insanlara da öğretmişlerdir. Bu terbiye sistemine kısaca tasavvuf denir.

Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh, insanın iç alemini oluşturan kalp, ruh, nefs ve diğer manevi cevherlerin temizlik, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen manevî, nuranî, kalbî bir ilimdir. Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlâkları  konu edinir. Bundaki hedef kalbin “ihsan” mertebesine ulaşmasıdır.

İhsan, kalbin gafletten uyanması ve manevi kirlerden arınması sonucu “yakîn”e ulaşmasıdır. Yakîn, kalbin Cenab-ı Hakk’ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip olmasıdır. Bu hal, her mümin için bir hedeftir. Herkes ona davet edilmiştir. Rasulullah A.S. Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi din; iman, islâm ve ihsandan oluşmaktadır (Buharî, Müslim). Yani din imanla başlamakta, ibadetlerle olgunlaşmakta, ihsanla kemale ermektedir.

Tasavvufta kalbin terbiyesi ve ihsan halini bulması üç safhada gerçekleştirilmektedir. Birinci safha manevi kirlerden temizlik, ikinci safha yüksek ahlâklarla güzellik, üçüncü safha ilâhî huzurda kabul ve Yüce Allah ile beraberliktir. Bundan sonrası huzur makamıdır. Arifler bu hali “kurbiyyet” olarak tarif ederler ve gerçek manada “sufİ” kelimesini bu sıfatı elde etmiş kâmil insan için kullanırlar. (Sühreverdî, Avarifü’l-Mearif)

Kur’an ve Sünnet’in hizmetçisi olan tasavvufun hedefe aldığı ilim budur. Gerçek sufi, Allah sevgisi ile safi olmuş, huzur bulmuş kimsedir. Sufiliğin iç yüzü ilâhî aşk, dış yüzü güzel ahlâktır. Arifler sufiliği kısaca böyle tarif etmişlerdir. Bunlardan başkası boştur. Hakiki sufi Allah ve Rasulü’nün dostudur, Onun görevi isteyenlere bu dostluğu öğretmektir. Sufi kimdir, sufilik nedir diye merak edenlere, işin başındaki arifler şöyle derler: “Gel, gir, gör, tat ve anla!”

Bu yola ilâhî sevgi ile gelip, kendi isteği ile girenlere mürid denir. Onun güzelliğini görenlere, tadını alanlara, hedefine ulaşıp ne olduğunu anlayanlara sufi denir. Sufi, Kur’an’da veli, muttaki, muhsin, sıddık, sadık, sıfatları ile tanıtılan kâmil insandır. Kâmil insan herkese ait bir kıymet, insanlığın istifadesine sunulmuş bir cevherdir.

 Sufiliğin Görünen Yüzü

Sufilik Allah’a dost olma yoludur. Bu yola girenlerin Allah rızasından başka bir hedefi olamaz. Varsa, onlara sufi denmez. Sufi ve tasavvuf kelimelerini Kur’an ve Sünnet’te bulamadım diyerek bu güzel terbiye yolunu inkâra kalkanlar da biraz insaflı olmalıdır. Çünkü Kur’an, içinde kelime manalarını arayacağımız bir lugat veya ansiklopedi değildir. O, baştan sona bir hidayet ve ahlâk kitabıdır. Kur’an, şahıs veya grupların isimlerini değil, sıfatlarını anlatır. Sıfatı Allah dostlarının sıfatlarına uyanlar, dünyada hangi isimle çağrılırsa çağrılsın, ahirette “Ey Allah’ı sevenler, sevdiğinizin huzuruna gelin!” diye çağrılacakladır. Sıfatı kâfir veya münafıkların sıfatına uyanlar da, dünyada hangi forslu ve itibarlı ismi taşırsa taşısın, ahirete onlarla beraber olacaktır.

Büyük veli Hucvirî K.S., Keşfu’l-Mahcub adlı kitabında bu konuda şu çarpıcı tesbiti yapar: “Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece bu ismin Kur’an’da bulunmadığını ve onun için bu kelimeyi kabul etmediklerin söylüyorlarsa, buna bir şey denmez, bu olabilir. Fakat, tasavvufun içerdiği mana ve ahlâkı inkâr ederlerse, o zaman Hz. Peygamber A.S.’ın getirdiği dinin tamamını ve onun bütün güzel ahlâklarını inkâr etmiş olurlar.”

Bu sözün manası şudur: Gerçek sufi, Allah’ın dostudur. O, dini bütün emirlerini ihlâsla yaşayan bir kimsedir, Sufi, içi ve dışıyla Allah’a teslim, Hz, Peygamber A.S.’a tabi olmuştur. Onu inkâr eden tehlikeye girer. Gerçek velilerle, kendisine veli süsü veren delileri birbirinden ayırmak gerekir. Her devirde adı sufi, sıfatı sahtekâr olan kimseler çıkmıştır. Aynı şekilde, her kesimden dini dünyaya alet eden, sözünün tersine giden, dine mümin olmayandan daha çok zarar veren müslümanlar da mevcuttur. Onların hesabını ahirette Allah görecektir. Onlar bu dini temsil etmiyorlar. Tevbe ederlerse ne güzel; etmiyorlarsa onlardan uzak durmak farzdır.

Herkes hangi makama çıktığını değil, hangi güzel ahlâka ulaştığını merak etmelidir. Çıkılacak en şerefli makam, ihlâsla yaşanacak güzel ahlâktır. Bütün terbiye çeşitleri bunun içindir. Ben nasıl bir sufiyim diye merak edenlere, büyük arif Ebu Bekir el-Kettanî K.S. şu cevabı veriyor: “Yüce Allah’a ve halka karşı nasıl davrandığına bak!..” Ve ekliyor: “Tasavvuf baştan sona güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkı senden güzel olan kimse, tasavvuf yolunda da senden ileridedir.” (Kuşeyrî, Risale)

 İnsanlığın Aradığı İnsan Modeli

Günümüzde, dünyanın her yerinde insanlık farklı bir insan modelini arıyor. Çünkü kimse halden memnun değil. Birçok insanın da gönlü kendisine sıkıntı veriyor. Bunun için yüzüne bakınca kalbini rahatlatacak bir dost arıyor. Maddeyi baş üstüne koyanlar bile kendileri gibi keyfine kul, malına köle, menfaatına düşkün, şehvetine esir insanları görmekten keyif duymuyor. Herkes birinin, başka bir insanın hasretini çekiyor.

Gençler, kendilerini ve sevgilerini zayi olmaktan kurtaracak, şefkatle ellerinden tutacak, sevgiyle kalplerine girecek, hiçbir zaman kendilerine ihanet etmeyecek gerçek bir dost ile tanışmak istiyor.

Tüccarlar, özü sağlam, sözü senet, kendisi mert birisini arıyor.

Zenginler, mal için şerefini satmayan, elindeki servetle şımarmayan, sahip olduğu makamı kibir için değil, hizmet için kullanan, kalbi hür, gönlü zengin, gözü tok, sözü doğru bir insanı soruyor.

Fakirler, kendilerini görünce yüzü gülen, dertlerini dinlerken huzur bulan, kendilerini kendinden bir parça sayan ve onlarla malını paylaşan bir cömerdi özlüyor.

Cahiller, hali sözünü yalanlamayan, kalbi geniş, dili tatlı, yüzü yumuşak, ahlâkı güzel, kusurları yüze vurmayan, kendisini adam yerine koyan birisini bekliyor.

Alimler, edebi ilminden fazla, herkese karşı samimi ve mütevazi, söylenen söze kulak veren, nefsini değil hakkı savunan, kusurunu söylene teşekkür ve hayır dua eden, muhatabını incitmeden uyaran, riya ve kibirden uzak, ihlâsının nuru yüzünde parlayan bir arifin özlemini çekiyor.

Gerçekten bu devir, insanlığın yüz akı olacak Allah dostlarına hasret. Belki bir asırdır, veli, sufi, hak aşığı, Allah dostu deyince, çoğunluğun aklına türbelerde yatan, tarihe mal olmuş insanlar gelmekte. Bugün tasavvufu sevenler de, yerenler de karşılarında gerçek bir sufiyi görememenin sıkıntısı içindeler. Onu bir görseler ve gönlüne girseler, kesinlikle sıkıntıları ortadan kalkacak.

Acaba bu yolun hiç yolcusu kalmadı mı? Gerçekten, yeryüzünde Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed A.S.’ı hayatıyla temsil eden, mihrabın ve namazın hakkını veren, ihlâsla kulluk eden, gerçek zikri çeken, malını ve canını Allah’a kurban eden sadıklar ve aşıklar tükendi mi?

Cevap tahmin ettiğiniz gibi: Hayır tükenmedi. Çünkü bu din Yüce Allah’ın koruması altındadır. Din kitaplarda yazılarak değil, gönüllerde tadılarak, hayat ile yaşanarak korunacaktır. Rasulullah A.S. Efendimiz, kıyamete kadar yeryüzünde şan ve şerefle gerçek kulluğu yapacak ve insanlığın yüz akı olacak bir grubun hiç eksik olmayacağını müjdelemiştir. (Buharî, Müslim, Tirmizî)

Gerçi onlar azdır, ancak çok kıymetlidirler. Rasulullah A.S., bu dinin garip geldiğini ve garip olarak gideceğini üzülerek haber vermiştir. Fakat sözlerini şu müjde ile bitirmiştir: “O günkü gariplere ne mutlu!” (Müslim, Tirmizî, İbnu Mace)

Bu mutlu gruptan olmak için can atmalıdır. Elbette her müslüman bu gruptan olmak ister. Ancak iş, bu davayı ilme ve edebe göre temsil etmeye gelince, o noktada çoklarımız davayı kaybetmektedir. Güzel ahlâkı temsil etmekte, sufiliğe adım atanlar en önde gitmelidir. Çünkü onların diğer kesimlere göre birçok avantajı vardır.

Sufi, zaten hedef olarak güzel kulluğu seçmiş insandır. Onun dünyada tek hedefi, Yüce Allah’ın rızasıdır. Sufi bu yolda yalnız da değildir. Önünde kâmil bir mürşidi, güzel bir rehberi vardır. Yanında, Allah yolunda el ele verdiği kardeşleri mevcuttur. Hepsi birbirlerini dua ve sevgi ile desteklemektedirler. Ayrıca üzerlerinde önceki silsilenin bereketi ve büyük velilerin duası vardır. Artık bu sufiler gerçekten nasıl olmaları gerekiyorsa öyle olmalıdır. Çünkü bütün insanlar onları beklemektedir. Ayrıca Allahu Tealâ ve Rasulü A.S. onları seyretmektedir. Yerlerin ve göklerin taşımaktan çekindiği bu büyük davayı Allah rızası için taşıyanların gözü aydın olsun.