Vukûf-i Kalbî
Manası, kalbi zikirde toplamak ve bütünüyle zikrettiği varlığa bağlanmaktır. Hak yolcusu, zikir esnasında Yüce Allah ile tam bir huzur hâlini elde etmeye çalışmalıdır. Öyle ki, kalbinde O’ndan başka hiçbir varlığa bir meyil ve muhabbeti kalmamalıdır. Kalbin içinde dolaşan dünyevî fikirlere mâni olmalıdır. Zikrin sırrına ve şuuruna ulaşmalıdır. Devamlı kalbe ve içindeki sevgiliye yönelmelidir. Şah-ı Nakşibend (k.s), kalbi zikirde toplamayı ve zikrini yaptığı Yüce Zat’a bağlamayı, sayıya dikkat etmekten daha önemli ve gerekli görmüştür. (I)
Bu konuda Muhammed bin Abdullah el-Hânî şunları söylemiştir:
Zâkir zikrederken kalbinin zikredilenden haberi olmasıdır. Zikrederken devamlı murakabe halinde olmalı, bu halini kaybetmemeğe çalışmalıdır. Sâdat-ı kiram hazarâtı vukûf-i kalbînin zikirde şart olduğunu söylerler. Zâkir zikir anında kalbine hâkim ve sâhib olmalı, oraya Allah’dan başka birinin girmesine izin vermemelidir.
Kalb, sol memenin altında bir et parçasıdır. Ona kalb denmesinin sebebi, fikirlerin, düşüncelerin ve niyetlerin değişmesi itibariyle çekip çeviren, değiştiren kuvvetin mahalli olmasıdır. Ona sahib olmak demek onun ne halde bulunduğunu her an gözetmek demektir: Zikirle meşgul mü, değil mi? Kişi kalbini her an kontrol etmeli, kalbinde gaflete açık bir kapı bulundurmamalıdır.
Hazret-i Hâce Muhammed Bahâeddin Nakşbend kuddise sirruh bilhassa vukûf-i kalbî üzerinde durur ve ona dikkat ederlerdi.(IV)
Gavs-ı Sâni (kuddise sırruh) bu usul ile alakalı olarak şunları söylemiştir:
Kalp iki kısımdır: Kalb-i hayvanî ve Kalb-i insani. Kalb-i hayvanî bir et parçasıdır. Bu hayvanlarda da bulunur. Kalb-i insanî ise, o et parçasının içinde bir nurdur. Günahlardan dolayı o nur, Arş-ı A’lâ’da dokuz bin yıllık mesafedeki bir ağaca yapışır. Ancak kalp zikrullahla temizlendikten sonra yerine döner. ”
“Nakşibendîler’in amelleri zikirlerinin gayesi kalp hidayeti içindir. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem: “Vücut ta bir et parçası vardır, o kalptir. Kalp hidayet bulursa bütün vücud hidayet bulur. Kalp ifsad olursa bütün vücut ifsad olur.” [2] buyuruyor. Bu tarikat-ı âliyenin hedefi kalbin hidayetidir.
Allah’tan başka bir şeyi vird esnasında düşünmek gaflettir. Kalp, yerinde durur kafa başka yerde gezerse hiç çekilmemiş gibi olur. Vird esnasında mürşid, Allah’ın yarattığı (dağ, deniz vb.) hiçbir varlık ve hiçbir şahıs düşünülmez. Sadece Allah celle celâlühû düşünülür. Aklımız dağılabilir, olabilir, tekrar aklı kalbe yöneltmeye zorlayacağız. Bu zorlama ne kadar? Fazla değil bir hafta, iki hafta, bilemedin iki ay sonra kalp gafletsiz zikre başlar.” (II)
Bu usul ile ilgili Reşahhatta geçen açıklama ve Sadatların sözleri şöyledir:
İki mânası vardır; birincisi zikredenin Hak Teâlâ’yı devamlı gönlünde tutması, daima uyanık olmasıdır. Bu da yâd dâşt nevinden bir haldir.
Hâce Ubeydullah hazretleri kendi el yazısıyla yazdığı güzel sözlerinden birinde vukûf-i kalbîyi şöyle tarif etmiştir: “Vukûf-ı kalbî gönlün Hak Teâlâ ile her an birlikte olmasıdır. Bu hal tam mânasıyla gönülde Allah’tan (c.c) başka hiçbir şey olmaması durumunda gerçekleşir.”
Vukûf-ı kalbî, Ubeydullah hazretlerine ait bir başka sözde şu şekilde açıklanmıştır:
“Zikir ânında zikrolunanı sürekli hatırda tutmak ve gönülü O’na bağlamak şarttır. İşte bu agahlık haline şühûd, vüsul, vücûd ve vukûf-ı kalbî denir.”
Vukûf-ı kalbînin ikinci mânası zikredenin gönlüne vâkıf olmasıdır. Yani zikreden zikir esnasında sol memenin altında bulunan çam ağacı kozalağı şeklindeki et parçasına yönelmeli, onu devamlı zikirle meşgul etmeli ve zikrin mânasından gafil olmamalıdır.
Hâce Bahâeddin, zikir yaparken nefesin hapsedilmesini ve sayının sınırlanmasını gerekli görmemiştir, ama vukûf-ı kalbîde açıklanan iki mânayı da önemsemiştir. Zira zikirden beklenilen esas gaye vukûf-i kalbîdir.(III)