Bâz Geşt

Bâz Geşt

Manası, dönüş demektir. Bununla anlatılmak istenen; “Nefy u isbat” yani «La ilahe illallah» zikrini çekerken, nefesi serbest bırakma anında, bütün hayalini şu cümlenin manasında toplamaktır: “İlâhi Ente Maksudî ve Rızake Matlubî” Allahım. Benim bütün maksadım sensin, aradığım ise senin rızandır. Sonra zikirdeki kusurunu görüp Cenab-ı Hakk’a sığınmalı ve istiğfar etmelidir. Her zikredişinde nefsinin hiçliğini ve acziyetini anlamalıdır. (I)

Bu konuda Muhammed bin Abdullah el-Hânî şunları söylemiştir:

Zâkir nefy ü isbat yaparken nefesini salıverdiği vakit söylediği şu mübarek sözün mânâsını düşünmelidir.

“Ey Rabbım, maksudum ancak sensin ve istediğim ancak senin rızandır” derken nefy ü İsbâtın mânâsını te’kid etmelidir. Bunu yapmak, zâkirin kalbinde tevhid hakikatinin sırrını yerleştirir. O hale gelir ki nazarından bütün mahlûkat silinir, sadece Hakk’ı görür. Hak Teâlâ hazretlerinin varlığı zahir olur. Nakşbendî büyüklerinin sâliklere bunu özellikle emretmelerinin sebebi budur. Sâlik zikrediyorsa zikrinin mânâsını düşünecektir. Tevhidin sırrına böyle erer. Mâsivâdan böyle sıyrılır, tefride böyle ulaşır.

Bu terimin bîr başka mânâsı, zâkirin zikir esnasında Hak Teâlâ hazretlerini layıkıyla zikretmekten âciz olduğunu ve kusurlarını Hakk’a arzetmesidir. Çünkü Hak Teâlâ’nın yardımı olmadan hiçbir kimse O’nu hakkıyla zikredemez.

Büyüklerimiz,

“Seni tenzih ederiz ey zikrolunan! Seni lâyık olduğun şekilde zikredemedik!” diye aczlerini itiraf etmişlerdir. Zâkir bütün varlığı ile zikredip Rabbi de onu zikretmedikçe O’nunla huzura varamaz. O’nun yardımı olmadan hiçbir kimse O’nu hakkıyla anamaz. Zikrin sırlarını anlayamaz. O’na vâsıl olmak müyesser olmaz. Bunun için baz-keşt kelimesiyle anlatılmak istenen şey, zâkirin zikir esnasında her an Allah’a dönmesi gerektiğidir ki, zikr ile zikredilene böyle ulaşılır. (IV)

Gavs-ı Sâni (kuddise sırruh) bu usul ile alakalı olarak şunları söylemiştir:

“Maksat yüce Mevlâ’ya ulaşmaktır. Her teşbihin sonunda “İlâhî ente maksûdîve rıdâke matlûbî” cümlesi söylenirken (damağa yapışık olan) dil çözülecek. (Kendi duyacağı kadar hafif bir sesle söylenecek.)

Nakşibendî tarikatı’nın gayesi Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak, emrini yerine getirmek ve yasak ettiği hareketlerden uzak kalmaktır. Allah için yapılan niyet hariç dünya ve içindekiler Allah tarafından lanetlenmiştir. Buna (Allah için yapılmayan) ibadetler de dahildir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde, “Allah’ın zikri (ve Allah için yapılanlar) hariç, dünya ve içindekiler mel’undur”[21] buyurdu. Allahu Teâlâ lanet etmiştir. Bu melanete girmemek için niyet şarttır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Bütün ameller niyete bağlıdır.”[22] buyuruyor..Niyet, Allah rızası için olursa ameller makbul olur, değilse olmaz. Dünyanın melanetinin altına girmeyin sakın. Kalbinizden, daima niyetinizi sağlam tutun, kontrol edin, her şeyi Allah rızası için yapın ki, ibadet olsun. Kim ne yaparsa Allah rızası için yapmalı ki, ahirette yüzü beyaz olanlardan olsun.” (II)

Bu usul ile ilgili Reşahhatta geçen açıklama ve Sadatların sözleri şöyledir:

Zikir yapan kelime-i tayyibeyi[23] gönül diliyle her söyleyişinden sonra ardından yine gönül diliyle, “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” cümlesini[24] söylemelidir. Buna bâzgeşt cümlesi denir. Zira sâlik, Allah’ın dışındaki her şeyi terkettiğini bu dönüş cümlesiyle dile getirir ve hatırına gelen her şeyi yok eder. Sonunda onun zikri katışıksız olur. Sırrı mâsivâdan[25] temizlenir. Eğer acemi mürid ilk zamanlar bâzgeşt kelimesini söylerken kendisini samimi bulmasa, yani gönlünde henüz muhabbet-i gayriye[26] olduğunu farketse ve, “Allahım, maksadım sensin ve istediğim senin rızandır” derken yalancılık yaptığını düşünse de bu şekilde zikre devam etmelidir. Çünkü sıdk[27]aşama aşama gerçekleşir. Zâkir yapa yapa ustalık kazanır ve sıdk halini zikri devam ettirmek sûretiyle elde edebilir.

Sa‘deddin-i Kâşgarî’nin müridlerinden Mevlânâ Alâeddin şöyle anlatır:

“Başlangıçta şeyhimden zikir talimi almıştım. Bâzgeşt ile zikretmemi emretti. ‘İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî’ dediğim zaman utanırdım. Zira bu sözde samimi değildim. Açıkça yalan söylediğimin farkındaydım. Bir gün bu düşünceyle efendimin huzuruna geldim. Bana, ‘Şeyh Bahâeddin Ömer’in yanına gidelim’ dedi. Birlikte Şeyh Ömer’in evine gittik. Oturur oturmaz Şeyh Ömer, Şeyh Rükneddin Alâüddevle’nin, ‘Sâlik şayet talebinde sadık değilse dahi ilâhî ente maksûdî ve rizâke matlûbîyi söylemeli, samimiyet ortaya çıkana kadar buna devam etmeli’ sözünü hatırlattı. Şeyh Ömer hazretlerinin meclisinden dışarı çıkınca efendim Sa‘deddin-i Kâşgarî, ‘Şeyh Ömer cezbe ehlidir, ıstılah bilmez’ buyurdu.

Bu sözle şeyhimin ne demek istediğini önceleri anlayamamıştım. Fakat nice zaman sonra kavradım ki o sözle bana anlatmak istedikleri şuydu: Şeyh Ömer cezbe usulüyle terbiye olunduğundan sülûk ve irşad yolunu bilmez. Bundan dolayı henüz zamanı olmadığı için olsa gerek, şeyh onu bana açıklamadı.

İşte böyle, Şeyh Ömer’den bu sözü işitinceye kadar bâzgeşti, sözle yapar ve bu durumdan utanırdım. O günden sonra utanma hali benden kalktı.”(III)