Yâd Kerd
Manası, zikretmektir. Bununla anlatılmak istenen, murakabe dersine geldikten sonra «La ilahe illallah» zikriyle meşgul olmak, tevhidin manasına ulaşmak, devamlı Yüce Allah’ı hatırda tutmak, kalb ile dilin zikrini birleştirmektir. Hak yolcusunun her an gönlü uyanık olmalıdır. Zikir esnasında kalbi Rabbini murakabe ve müşahede etmelidir. Tam bir uyanıklık içinde “lafza-i celâl” veya “kelime-i tevhid” zikrine devam etmelidir.
Şah-ı Nakşibend (k.s), tevhid zikrinin manasını şöyle açıklar: “La ilâhe” nefiy ifade eder. Bununla, kainatta hiçbir ilah olmadığına işaret edilir. Peşinden «İllallah» ifadesi gelir. Bu ise ispattır. Bununla gerçek ilâhın ve ibadet edilecek tek mabudun ancak Allah olduğu ispat edilir. En son «Muhammedu’r-Rasulullah» denir. Bununla, Yüce Allah’a sevilmek ve O’na karşı sevgimizi göstermek için Hz. Peygamber’e uymaya niyet edilir. Çünkü ona uymadan ne tevhid anlaşılır, ne de Allah muhabbeti tadılır. (I)
Bu konuda Muhammed bin Abdullah el-Hânî şunları söylemiştir:
Sâlik murakabe derslerine geldikten sonra zikrini nefy ü isbat yoluyla yapmalıdır. Her gün belirli bir sayıda buna devam eder. (Beşbin veya onbin kadar). Bu merhalede nefy ü isbat zikrinin dil ile yapılmasının şart olduğu açıklandı. Çünkü kalb, unsurlara bağlı olması sebebiyle unsur tesiriyle paslanabilir. Nefy ü isbat ise dil ile yapılınca bu paslar zail olur. Murakabe noktasından müşahede mertebesine yükselir.
Bu terimin bir başka mânâsı, daimî zikir halinde olmaktır. Kalble veya dil ile olsun, Zât ismi veya bir başka zikir nefy ü isbat şeklinde yapılmış olması müsâvîdir. Maksad zikrin kesintisiz bir şekilde devam etmesidir. Allah ile ancak bu şekilde huzura varılır.
Bu terimin bir başka mânâsı, gaflete mahal bırakmadan zikre devam etnektir. Çünkü Cenabı Hak, “Unuttuğun zaman rabbini zikret”[12] buyurmuştur. (IV)
Gavs-ı Sâni (kuddise sırruh) bu usul ile alakalı olarak şunları söylemiştir:
“Vird nurdur, ışıktır, aynen taksinin farı gibidir. Taksinin her şeyi olsa fakat farı olmasa yol gidemez. Kısa zamanda tepe taklak olur. Vird, zikir kalbin kirini pasını temizler, insan günah işlemeye başlayınca kalp yara alır. Bu durum, odanın içinde yanan bir sobaya benzer. Soba devamlı yana yana boruların içi kurum bağlar, temizlenmese zamanla boruları tıkar, dumanı geri teper, odanın içindekileri zehirler ve öldürür. Aynen bunun gibi, zikir de kalbin isini (kurumunu) temizler. Zikir çekilmezse kalbe Allah’ın nuru gelmez. Ya ne gelir? Şeytanın vesvesesi gelir ve Allah’ı unutturuncaya kadar (vesvese) devam eder. Sonunda misaldeki boru gibi tıkanıp insanı (manen) zehirleyerek öldürür. Onun için virdinize dikkat edin.
İnsana gerektir ki zikrullah gibi manevi ilaçlara sarılsın. Zikrullahın sesi şeytanı kaçırır. O çok korkaktır. Bir ses gelse hemen kaçar. Fakat nefs-i emmâre öyle değildir. İnsandan bir an bile gafil olmuyor. Kedinin fareyi beklerken takındığı tavır gibi, sessiz bir şekilde insanın hata yapmasını bekliyor. Ne ibadet yapsa mağrur oluyor. Çok dikkatli uyanık olmalıdır. Çünkü nefsin gıdası zulmettir. Letaiflerin gıdası ise, muhabbet ve nurdur. Nefis ancak nefy-i isbat ile müslüman olur.” (II)
Bu usul ile ilgili Reşahhatta geçen açıklama ve Sadatların sözleri şöyledir:
Mevlânâ Sa‘deddin-i Kâşgarî der ki:
“Zikir taliminin usulü şöyledir: Şeyh kalple “lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” der, mürid de gönlünü hazırlayıp şeyhin gönlüyle bütünleştirir, gözünü ve ağzını kapatır, dilini damağına yapıştırır, dişlerini birbiri üzerine koyarak nefesini tutar ve bütün gücüyle şeyhin muvafakati üzere diliyle söylemeden zikre başlar. Mürid bu zikir esnasında nefesini tutma hususunda sabretmeli ve bir nefeste üç defa kelime-i tevhidi söylemelidir. Bu hal, zikrin tadı gönlüne yerleşene kadar sürmelidir.”
Hâce Ubeydullah’ın bazı kutsî sözlerinde geçtiğine göre, zikirden maksat, gönlün daima Hak Sübhânehû ve Teâlâ ile birlikte olmasıdır. Bu birlikteliğe muhabbet ve tazim sıfatı eşlik etmelidir. Eğer cemiyet erbabı[13] sohbet sırasında bu uyanık olma sıfatını elde ederse o zaman zikrin özünü yakalamış demektir. Zikrin özü, gönlün Allah Teâlâ’dan ayrı düşmemesi, devamlı uyanık bulunmasıdır. Şayet gönül ehlinin sohbetinde bu uyanıklık oluşmamışsa zikirle meşgul olmaya devam edilmesi gerekir.
Zikirde hafızanın toplanması ve istenen neticenin alınması için şu metoda başvurulmalıdır: Zâkir nefesini göbeğinin altında hapseder, dudağını dudağına ve dilini damağına yapıştırır. Bu uygulama nefesin içeride fasılalı olmamasını sağlar. Sonra müdrike-i derrâkı [14]bütün düşüncelerden uzak tutarak çam fıstığı kozalağına benzeyen yürek denilen et parçasına yöneltir ve zikre başlar. Müdrike-i derrâk gönlün hakikatinden ibarettir. Her tarafa giden, dünyayı ve onunla alâkalı bütün işleri düşünen meleke odur. Bu öyle güçlü bir melekedir ki göz açıp kapama süresi içerisinde yerleri, gökleri, bütün âlemi seyretmek ona müyesser olur. Bunu da temin ettikten sonra kelime-i tevhiddeki “lâ” kelimesini yukarı, “ilâhe” kelimesini ise sağa çeker, ardından “illallah” kelimesini güçlü bir şekilde kalbin üzerine yükler. Bu yükleme öyle güçlü olmalıdır ki, kalpte bir hararet oluşturmalı ve ortaya çıkan bu hararet tüm organlara yayılmalıdır. Bu zikir sırasında nefiy kısmı[15] söylenirken bütün yaratılmışların varlığına fenâ ve terk nazarıyla bakılmalı ispat bölümünde[16] ise Cenâb-ı Hakk’ın varlığı beka ve maksudiyyet nazarıyla görülmelidir.
Zâkir, bütün zamanını bu zikre dalmış olarak geçirmeli, hiçbir meşgale kendisini ondan alıkoymamalıdır. Bu hal, tevhid zikredenin gönlünde karar kılana kadar sürmelidir. Böylece zikir kalbin ayrılmaz bir sıfatı haline gelir ve kalp daima zikretmeye başlar.
Gönül dedikleri şey, çam fıstığı kozalağı şeklinde sol memenin altında bulunan bir et parçasıdır. Bu et parçası “hakikat-i câmia-i insâniyye”nin taşıyıcısıdır. Hakikat-i câmia-i insâniyye kendisinin parçaları olan ulvî ve süflî kâinatın bir özüdür. Her meyvenin çekirdeğinde kendi ağacı nasıl öz olarak mevcutsa cümle yaratılmışlar da “hakikat-i câmia-i insâniyye”de mevcuttur. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada hem de kendi içlerinde göstereceğiz…” [17]
Velhâsıl Allah’ın nazar ettiği yer ve sonsuz sırların toplanma merkezi gönüldür. Bu sebeple gönüle yol bulan maksuda erer. Gönüle yol bulmak da ehl-i dil[18] hizmetine girmekle mümkün olur. Tâlip mürşid-i kâmil tarafından kabul edilme şerefine nâil olursa o birlikteliğin tesirinden kendisinde bir hal meydana gelir. Bu halle tâlip, su ve çamur zahmetinden[19] kurtularak can ve gönül birlikteliğine[20] vâsıl olur. Böylece onda Cenâb-ı Hak tarafına bir yönelişle birlikte uyanıklık hali meydana gelir. Artık tâlip hiç zorlanmadan kendiliğinden Hakk’ın dışındaki her şeyden yüz çevirir. Asıl terk, gerçek zikir ve hürriyet neymiş, işte bunu o zaman anlar.(III)