Mürşid i Kamilin yeri ve önemi

Mürşid i Kamilin yeri ve önemi

Kâmil mürşid, takva yolunda bir imamdır. Ayrıca müridin terbiyesini üstlenmiş manevi bir babadır. O aynı zamanda helali haramı öğreten bir alimdir. Gece gündüz Allahu Teâlâ’ya ihlasla kulluk eden bir salihtir. Zatı zikir ve safi fikir içinde kaybolmuş bir Hakk aşığıdır.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in müjdesine göre; Allahu Teâlâ devamlı zikir içinde olan bir insanla meleklerine övünmektedir.[1]

Melekler onu ziyaret etmekte, kendisiyle evinde ve yolunda musâfaha yapmaktadır.[2] Melekler, âlimin ve zikir ehlinin meclisine katılmakta; onlar için dua ve istiğfar etmektedir. Öyle ki ilim talebesinin bile ayakları altına kanatlarını sermekte, onları sevip; kendilerine saygı göstermektedir.[3] Çünkü âlimin ve arifin işi şerefli; kendisi kıymetlidir; taşıdıkları Allah’ın emanetidir. Bunun için meleklerin tevâzu ve saygı gösterdiği bir insana, halkın kabalık ve kibir içinde muamele etmesi layık mıdır? Mürşid içeri girince veya yanımıza gelince ayağa kalkılır. Ziyaret için durum ve zaman müsaitse, bir izdiham yapmadan edeble huzura varılır. Oturuyorsa diz çökerek, ayakta ise boyun bükerek eli nezâket ve sükûnetle bir defa öpülür. Kendisine sırt dönmeden geri geri giderek huzurdan çıkılır veya uygun bir yere oturulur. Mürşid ziyaret edilirken veya kendisiyle konuşulurken, edep ve heybetten dolayı karşısında hafifçe boyun eğilse de, beli büküp iki büklüm olmaya gerek yoktur. Hele ayağa kapanmak, etek öpmek, cübbeye asılmak, şalvara asılmak, onu yüzüne karşı övmeye kalkmak, yağcılık yapmak gibi hareketlerden şiddetle sakınmak gerekir. Kâmil mürşidin derdi el öptürmek değil, edep öğretmektir. Eğer insandaki kibri ve benliği yok etmek için edepten daha güzel bir şey olsaydı, mürşidler muhakkak onu tercih ederlerdi. El öperken, bağırıp, çağırmaya, yapmacık sevgi gösterisinde bulunmaya gerek yoktur. Allah dostlarına karşı hasret ve samimi sevgiden dolayı gözden sevinç yaşları gelebilir; bu durumda hemen sükûnetle bir kenara çekilip, dua ve istiğfar içinde Allahu Tela’ya şükredilmelidir. Çünkü kalbe atılan bu muhabbet Allahu Teâlâ’nın hediyesidir; şükür ister. Mürşidlerin en rahatsız olduğu şey, saliklerinin sahte tevâzu ile kendilerine yakınlık göstermesi, hürmet etmesi ve etrafındakilerin dikkatini çekmesidir. Hele mürşide yakin gözüküp halkın gözüne girmeye, ona gösterdiği hürmetle milletin rağbetini çekmeye çalışanlar, kâmil mürşidin en nefret ettiği kimseledir. Ashaptaki şu edepleri kendimize örnek alalım. Ebû Hureyre (ra) anlatıyor: „Rasûlullah (s.a.v), mescitte veya bir mecliste bizimle oturur sohbet buyururdu. Ayağa kalkınca biz de ayağa kalkar; kendisi hanımlarından birisinin evine girene kadar Zât-ı saâdetlerini seyir ve takip ederdik”[4]

Bu edep, Hz. Rasûl-i Kibriya Efendimizin (s.a.v) Şerefli varisi kâmil mûrşidlere karşı korunur ve aynı şekilde uygulanır ise, büyük bir bereket ve muhabbet vesilesi olur. Gönlümüz ve gözlerimiz aydınlık olsun istiyorsak, Allahu Teâlanın sevgisi ve zikri içinde kaybolmuş, fena fillah makamına oturmuş bir arifibillahı seyredelim. Güzel görmek isteyen kimse, Allah dostlarına baksın; çünkü onlar Allah’ın boyası ile süslenmiş, süsleri hiç solmayan güzellerdir. Ashabın hafız ve ileri gelen hakimlerinden Zeyd b. Sâbit’e (r.a) binmesi için bir hayvan getirildi. Abdullah b. Abbas (r.a) hemen (üzengisini tutup binmesine yardımcı olmaya çalıştı. Zeyd (r.a): “Ey Rasûlullah’ın amcaoğlu, lütfen böyle yapma, üzengiyi bırak!” dedi. İbnu Abbas (r.a): “Biz âlimlerimize ve büyüklerimize karşı böyle davranmakla emrolunduk.” dedi. Bunun üzerine Zeyd b. Sâbit (r.a): “Elini bana verir misin?” dedi ve ibnu Abbas elini uzatınca onu öptü ve: “Biz de Hz. Peygamber’in ehl-i beytine karşı böyle davranmakla emrolunduk.” dedi.

‚Hz. Ömer (r.a) Şam’a gelince Ubeyde b. Cerrah (r.a) kendisini karşıladı ve elini öptü; ikisi de kenara çekilip ağlaştılar. Hadiseyi anlatan Temim b. Seleme demiştir ki: “Ashab büyüklerin elini öpmeyi sünnet olarak görüyorlardı.”[5] Büyüklerin ve salihlerin elini öpme, onlar için ayağa kalkma konusunda pek çok hadis ve haber mevcuttur.[6] Bu hadisler incelendiğinde şu hükümler ortaya çıkar: Eve gelen misafir için ayağa kalkıp karşılamak ve onu kapıya kadar uğurlamak sünnettir. Talebinin hocasını gördüğü yerde ayağa kalkması müstehaptır. Anne baba için ayağa kalkmak, onlara yer göstermek ve onlardan sonra oturmak sünnettir. Âdil, salih idareci ve devlet büyükleri için ayağa kalkmak müstehaptır. Yaşlı, takva ehli büyükler için ayağa kalkmak müstehaptır. Bir kimse kendisine ayağa kalkılmasını ister, rağbeti sever; bundan nefsi için zevk alır ve kendisine hürmet edenleri küçük görürse, bu durumda o kimse için ayağa kalkmak yasaktır. Hadislerde yasaklanan budur. Ehli olmayana yapılan hürmet ya gösteriş, ya yağcılık, ya menfaat, ya da korkudan kaynaklanır ki, bütün bunlar yasaktır. Bir mürşid, kendisine nikâh düşen bir kadına, elini öptüremez; bu haramdır. Mürşitten feyiz almak isteyen kadınlar, edebe dikkat etsinler yeter. İlâhi rahmet ve feyiz takvadadır. Haram içinde gelen tat ve muhabbet feyiz değil, şeytanın tatlandırdığı bir fitnedir.

Sükûnet ve Tevazu İçinde Mürşide Yönelmek

Kâmil mürşidi ziyaret anında gereken en önemli edeplerden birisi de, sükûnet, sessizlik ve kalp uyanıklığıdır. Mürşidin bulunduğu meclise giren kimse, onun nazarları altına girmiş durumdadır. Bundan sonra var gücüyle edebe sarılıp mürşidin kalbindeki nur ve aşka yönelmelidir. Mürşidin huzurundaki bu mühim edebleri, Seyyid İbrahim Fasih (k.s), söyle açıklamıştır. “ilahi feyzin gelişi, mürşidin huzurundaki edebleri korumaya bağlıdır. Bu edebler zahiri ve batıni olmak üzere iki kısımdır: Zahiren dikkat edilecek edebler şunlardır: Mürid, mürşidinin huzurunda otururken devamlı onun yüzüne bakmamalıdır. Boynunu bükerek oturmalı; tıpkı sultandan kaçan ve daha sonra yakalanıp huzura getirilen bir kölenin teslimiyet ve boyun büküklüğü içinde bulunmalıdır. O huzurda daima, huşu, huzur, saygı ve hürmet içinde olmaya çalışmalıdır. Mürid, mürşidin izni olmadan oturmamalı müsaade edilmeden konuşmaya, kendiliğinden soru sormaya başlamamalıdır. Mürşidin huzurunda başkalarına iltifat etmemeli; konuşmayı gerektirecek bir zaruret yokken yanındakilerle konuşmaya hal hatır sormaya yönelmemelidir. Bunlar, ileri seviyedeki kimseler olsa bile, rağbetini sadece mürşide yöneltmelidir. Mürid bilmelidir ki, mürşide yapılacak bütün hürmet ye saygı hakikatte Allahu Teâlâ için yapılmış bir sevgi ye ta’zimdir. Mürid, mürşidin huzurunda sessiz ve sakin olarak oturmalı, gözlerini kapamalı, feyiz elde edebilmek için kalben yalvararak ve niyaz ederek mürşidinin bâtınına, kalbine yönelmelidir. Mürşidin huzurunda bulunurken dikkat edilecek bâtınî edeplerin en mühimleri şunlardır: Mürid, mürşidinin huzurda bulunurken kalp uyanıklığına çok dikkat etmelidir. Kalbinde yersiz düşünceler ye vesveseler olmamalı, mürşidini imtihan etme, içinde ona karşı gelme ve itiraz etme arzusu bulunmamalıdır Bunlar onun mürşidin kalbinden düşmesine sebep olur. Böylece mürşidin teveccüh ve sevgisinden mahrum kalır. Allah’ın veli kullarının nefretini çekecek şeylerden şiddetle sakınmalıdır Mürşidin nazarından düşmek, gökyüzünden yere düşmekten daha tehlikelidir, denmiştir. Mürid huzurda kalbini toplayarak feyiz taleb etmeli, kalbini mürşidinin kalbine bağlayarak onun yüksek teveccüh ve iltifatını beklemelidir. Güneş ışığının her tarafı kapladığı gibi, mürşidin feyzinin de herkesi içine alacağını bilmelidir. Mürşid, kendisinden feyiz taleb edilmesini bekler. Mürid kendi eksikliğinden dolayı mürşidinden bizzat feyiz alamasa da, güzel zannını bozmamalı, itikadını güzel tutmalı, kusurun kendinden kaynaklandığını bilmeli ve sabırla beklemelidir. Bu kadarı da yeterlidir. Mürid, mürşidinin başkalarıyla meşgul olmasına bakarak, o şu anda benden habersizdir, benimle ilgilenmiyor; bu durumda ben kendisinden nasıl istifade edebilir, feyiz alabilirim diye düşünmemelidir. Çünkü mürşidin zahirde halkla meşgul olması, onu Hakk’tan uzaklaştırmadığı gibi, aynı anda kalbiyle müridleriyle ilgilenmesine de mani değildir. Kâmil mürşidin ilahi tecellilere ayna olan kalbi, yeri ve göğü aynı anda seyredecek bir genişliğe sahiptir. Mürid, kendisini ölümcül bir hastalığa yakalanmış kabul etmeli ve ilacının da mürşidinde olduğunu bilmelidir. Öyle olunca, bütün kalp ve ümidiyle yönelmesi gereken tek makam mürşidi olacak ve takdir edilen ilahi şifa onun vasıtasıyla gelecektir. Gönlünü bir ona bir buna veren kimse, gerçek manada hiçbirinden nasiplenemez. Zamanının irşad kutbu Seyyid Muhammed Raşid (Rah.) Hz.leri, bir sohbetlerinde kalbi kendi mürşidinde toplamakla ilgili su olayı anlatmıştır: “Gasv-ı Hizani (k.s), bir sofisi ile hayatta olan mürşidi Seyyid Taha’nın (k.s) ziyaretine gidiyorlardı. Seyyid Taha’nın ikamet ettiği Hakkâri’nin Nehri köyüne yaklaştıklarında, o gün Seyyid Taha’nın (k.s) teveccüh yapacağı, haberini aldılar. Gavs-ı Hizani (k.s) buna çok sevindi. Seyyid Taha gibi bir zatın teveccühüne gireceğiz ne mutlu bize dedi ve yanındaki sofiye teveccüh ile ilgili bilgiler verdi, nasıl hareket edileceğini anlattı ve “Sabah bir şey yiyip içme, çünkü teveccühe aç karınla girilir.” dedi. Köye vardılar. Herkes teveccüh için hazırlık yapmaya başlamıştı. Gavs-ı Hizani’nin sofisi ise heybesinden bir şeyler çıkarıp yemeye başladı. Bunu gören Gavs-ı Hizani (k.s), sofisine: “Ben sana teveccühe girerken bir şey yenmeyecek demedim mi, sen ne yapıyorsun, sanki inadına yiyorsun deyince, sofi: “Kurban siz teveccühe girenler bir şey yemezler buyurdunuz. Ben teveccühe girmeyeceğim ki bir şey yemeyeyim. Seyyid Taha sizin şeyhinizdir; siz onun teveccühüne girebilirsiniz. Benim şeyhim ise sizsiniz, ben ancak sizin teveccühünüze girerim diye cevap verdi. Gavs-ı Hizani (k.s), tasavvufun bu âdab ve edeblerine dikkat eden sofisinden çok memnun kaldı. Daha sonra ben, Gavs-ı Hizani’nin bu sofisinin isminin Alican olduğunu öğrendim.

Büyük veli İmam Sühreverdi (k.s), mürşid huzurundaki en kazançlı işi şöyle tarif ediyor: “Mürid, mürşidin huzurunda ona nazar ederek ondaki nuraniyet içinde kaybolmaya çalışmalı ve Cenab-ı Hakk’ın onda tecelli ettiği ilahi ihsanlara gönlünü açmalıdır. Bu onun için her şeyden daha kazançlıdır.’” Bu konuda söylenmiş pek çok edep mevcuttur; her birisinin ayrı bir kıymeti ve yeri vardır. Adap kitaplarından onları öğrenmeli ve elden geldiği kadar uygulamalıdır. Allahu Teâlâ, Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimize karşı davranış konusunda Ashâb-ı Kirâm’a ne emir vermiş ve hangi edebi öğretmişse, mürid, mürşidine karşı bunların hepsini dikkate almalıdır. Çünkü şu anda Efendimizin (s.a.v) makamında O’nun varisi olarak mürşid-i kâmil bulunmakta; mürit de Ashab’ı temsil etmektedir

Vesveseye Düşmemek, Kalbe Gelen Vesveseyi Büyütmemek

Bir mürşide gelen insan esasında Cenâb-ı Hakk’ın rızasına yönelmiştir. Elini mürşide veren mürid, gönlünü Rabbine vermek istemektedir. Tevbe, şeytan ve nefsin tasallutundan kurtulup sırf Yüce Mevla’ya kulluğa ahdetmektir. İşte bu güzel niyet ve yönelişi şeytanı çileden çıkarmaktadır. Çünkü Allah’a yönelen mümin şeytanın kucağından kaymaktadır. Aslında şeytanın yaptığı ve yapacağı tek şey kalbe vesvese vermek; boş ve batıl şeyleri nefse süslemek, hayırlı ve güzel amelleri sıkıntılı ve zor göstermektir. Şeytan, tekkeye veya Mekke’ye doğru yola çıkan kimselerin önüne çıkıp, hak yolcusuna bu gidişin ve yapığı işin gereksiz olduğu yolunda bin türlü vesvese verir. İnsanı evde kandıramadı ise, yolda işlerini bozmaya, kalbini kaydırmaya çalışır. O da yetmedi ise, tekkeye gideni tekkede, Mekke’ye gideni Mekke’de boş şeylerle meşgul etmeye, ibadet ve ziyaretlerini gafletle yerine getirtmeye çalışır. Allah, peygamberi, din, ahiret, kaza, kader, mürşid, hatme, zikir gibi mukaddes şeyler hakkında olmadık sorular ve şüpheler akla getirir; en olumsuz düşünceyi kalbe atar ve hemen kaçar. Bu tür vesveselere maruz kalan bir insan, aklına her geleni hayır ve doğru olduğunu zannederse, perişan olur. Kalbinin tadı, ibadetin neşesi bozulur. Mürşidine karşı güzel zannı kaybolur ve bundan sonra ne yapsa zoraki olur.


[1] Müslim, Zikir, 11

[2] Müslim, Tevbe, 12; Tirmizî, Kıyâme, 59

[3] Ebu Davud, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19

[4] Ebu Davud, Edeb, 1; Nesaî, Kasâme, 23

[5] Beyhakî, Sünen-i Kübra, VII, 101; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, XII, 292.

[6] İlgili hadisler için bkz. Buhari, İsti’zan,  26; Müslim, Cihad, 64;  Ebu Davud, Edeb, 143, 144, 147, 148…