Nigâh Dâşt

Nigâh Dâşt

Manası, muhafaza etmektir. Hak yolcusu zikir esnasında kalbine sahip olmalıdır. Zikir esnasında nefy u isbâtın manasını düşünmelidir. Kalbini, nefsanî düşünce ve endişelerden korumalıdır. Yüce Allah’tan başka düşünce ve arzuların kalbe girmesine mâni olmalıdır. (I)

Bu konuda Muhammed bin Abdullah el-Hânî şunları söylemiştir:

Zikri nefy-ü isbat şeklinde yaparken mânâyı düşünmekten kalbi muhafaza etmektir ki mânâyı düşüneceğim derken kalbine havatır gelmesin. Eğer havâtırdan kurtulamazsa zikrin faydası olmaz. Zikirden maksad ise mezkur ile huzura varmaktır. Kalb havâtırdan korunmazsa neye yarar?

Sâlik, kalbini her zaman havâtırdan muhafaza etmeğe çalışmalıdır. Vukûf-i kalbî teriminde de aynı şey tafsilatı ile anlatılmıştır.

Çeyrek saat de olsa kalbi havatırdan muhafaza etmek çok zor bir iştir. Buna muvaffak olan kimse tasavvufun semeresini almıştır. Çünkü tasavvuf, kalbi, havatırın girmesinden, bir sürü fâsid fikirlerden muhafaza kuvveti demektir. Bu iki şeyi yapan, yani zikre devam eden ve kalbini havatırdan muhafaza eden kalbinin hakikatini bilmiş olur. Peygamber sallallahu aleyhi ve vesellem bunun için:

“Kendini bilen Rabb’ini bilir” buyurmuşlardır.

Şeyh Ebû Bekir Kettâni der ki:

“Kırk sene kalbimin kapısında bekçilik yaptım, onu Allah Teâlâ’dan gayrısına açmadım. Kalbim o hale geldi ki Allah’dan başkasını tanımaz oldum.”

Bir büyük de şöyle dedi: “Ben kalbimi on gece muhafaza ettim, kalbim beni yirmi sene muhafaza etti.”(IV)

Gavs-ı Sâni (kuddise sırruh) bu usul ile alakalı olarak şunları söylemiştir:

“Nefy-i isbat dersinde ‘lâ ilahe’ derken alından sağ omuz üzerine gelme esnasında Allahlık iddiasında bulunan Nemrud, Firavun, putlar, her kim ve her ne var ise tevhid kılıcıyla hepsini temizleyeceksiniz. O nefiy cümlesinin nuru, Allah’tan başkasını silecek.

‘İllallah’ deyince öyle bir kalbe indireceksin ki bütün vücuda dağıldığını hissedeceksin. Sonunda “Muhammedün Resûlullah” derken Allah’ın huzurunda kendinizi hissedecek ve O huzurda (kalben) “Muhammed senin Resulündür” diye haykıracaksın. (Bu arada Gavs Hazretleri iki yumruğunu sıktı, mübarek yüzünün rengi gül rengi gibi oldu).”

Abdülmecid Hânî (kuddise sırruh) der ki:

“Hak yolcusu olan salik, kelime-i tevhidin manasını düşünerek kalbine sahip olmalı. Zikir esnasında kalbine yabancı şeyler girmemelidir. Bu şekilde yapılmazsa, zikri yapılan zatla kalp huzuru olan zikrin iyi sonucu alınamaz.” (II)

Bu usul ile ilgili Reşahhatta geçen açıklama ve Sadatların sözleri şöyledir:

Nigâhdaşt gönlü düşüncelerden korumaktır. Zikir yapan, bir demde ne kadar kelime-i tevhid söylerse söylesin yine de düşüncesi dağılmamalıdır.

Mevlânâ Sa‘deddin-i Kâşgarî der ki:

“Bir saat, iki saat veya daha fazla, ne kadar gücü yeterse, zikreden Hakk’ın dışındaki her şeyi gönlünden uzaklaştırmaya çabalamalıdır..”

Hâce Ubeydullah’ın büyük ve has sûfîlerinin ileri gelenlerinden Mevlânâ Kasım bir gün bir vesileyle şöyle demişti:

“Nigâhdâşt hususunda melekem o derece gelişmişti ki fecrin doğuşundan tâ kuşluk vaktine kadar gönlümü ağyâr [28]düşüncesinden uzak tutabiliyordum.”

Bir kimse, bu hali, hayal gücünü kendi amelinden bu zaman zarfında sıyırmasıyla elde edebilir. Unutulmamalıdır ki yarım saat dahi olsa kişinin hayal gücünü kendisinden tamamen uzaklaştırması çok zordur. Bunu gerçekleştirmek hakikat ehlince büyük bir başarı ve ender görülen bir durum olarak kabul edilir. Bu mâna, bazı kemal sahibi Allah dostlarında bile ara sıra vâki olur. (III)

Yâd Daşt

Manası, anmak, hiç unutmamak, devamlı zikretmektir. Hak yolcusu her an ve mekanda zevk yoluyla Cenab-ı Hakk ile beraber olmalıdır. İlâhî huzur ve neşeden hiç ayrılmamalıdır. Bütün eşyada ilâhî tecellileri müşahede ile kalbini uyanık tutmalıdır.

Gavs-ı Sâni Hz.leri (k.s) buyurdular ki: “Yüce Allah’ı zikre devam ediniz. Zikir çekerken uyanık olunuz. Allah zikrini kalbinizin içine yerleştiriniz. Zikir kalbe yerleşince, siz istemeseniz de kalp Yüce Allah’ı zikreder. Midenizi düşünün; o, siz istemeseniz de kendi işini görür. Siz uyurken bile işine devam eder. İçine zikir yerleşen kalp de böyledir.” (I)

Bu konuda Muhammed bin Abdullah el-Hânî şunları söylemiştir:

Zâkir, nefy ü isbat zikrini yaparken nefesini habsederek zikredilen ile huzura vardırmalıdır. Sâlik her nerede olursa olsun kalbi her an Allah ile huzur halinde bulunmalıdır. Bu bakımdan yâd-dâşt terimi murakabe ile aynı manaya gelir. Bunun bir başka mânâsı, kalbi, zât tecellisini müşahedeye her an uyanık tutmaktır.

Zikirden hâsıl olan huzur, murakabe, sohbet ve rabıta, yâd-dâşt terimiyle aynı mânâya gelir. Bundan hareket ederek diyebiliriz ki huzur, Zât-ı Ehadiyetin nurlarını müşahede etmektir. Bunun için keyfiyyeti değişiktir. Çeşitli şekillerde zuhur eder. Onu havvasdan başkası bilmez. (IV)

İmârn-ı Râbbânî (kuddise sırruh) derki:

Yâd dâşt ancak cezbe ve sülük makamlarının tamamlanmasından sonra meydana gelir. Ve onun üstünlüğü kimseye gizli değildir. Bu makamda, en kâmil anlamıyla fena gerçekleşir. (İleri mertebede olmakla birlikte henüz daha) yolda olanlar, bu tarikat-ı âliyyede “sonda yaşanacak olanı başlangıca yerleştirme” hükmünün gereği olarak işin sonunu hissedebilir. Fakat yoldan dönmek mümkündür. (Hakiki ve tam fenaya ermiş) ikinci bekâ sahibi kimseler ise, vuslata ermiş bir müntehidir. Vuslata erenin geri dönmesi olmaz. Onun için büyüklerden Zünnûn-i Mısrîşöyle der: “Geri dönenler, yalnızca yoldayken dönenlerdir. Kavuşanlar geri dönmez.”

Nakşibendî şeyhlerinin büyüklerinin zatî huzuru sürekli olup, onların nezdinde gelip geçici ve gaybet haliyle değişen huzur halinin bir kıymeti yoktur. Bu sebeple Nakşibendî büyüklerinin kemali ve onların nisbeti bütün kemallerin ve nisbetlerin üstündedir. Nitekim bu büyükler, “Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir” demişlerdir. Burada “nisbet” ile sürekli zatî huzuru kastetmişlerdir. (II)

Bu usul ile ilgili Reşahhatta geçen açıklama ve Sadatların sözleri şöyledir:

Hak Sübhânehû ve Teâlâ’yı daima hatırda tutmak demektir. Bundan önceki esaslar bu halin gerçekleşmesini sağlamak içindir. Zevk ve vecd ehlinden bazıları bunu huzur-ı bî-gaybet[29] şeklinde tarif etmişlerdir. Hakikat ehline göre ise bu, Hakk’ın şühûdunun istilâ ettiği bir müşahededir. Yâddâşt, Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sevgisinin gönüle yerleşmesiyle oluşur.

Hâce Ubeydullah Taşkendî yukarıda belirtilen son dört esası şöyle açıklamıştır:

“Yâdkerd, zikirde güçlüğe katlanmaktır. Bâzgeşt kelime-i tayyibeyi her söyleyişten sonra gönülden ‘ilâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî (Allahım, amacım sensin ve isteğim senin rızânı kazanmaktır) cümlesini ilâve ederek Hak Teâlâ’ya dönmektir. Nigâhdâşt dil ile söylemeksizin bu dönüşü muhafaza etmektir. Yâddâşt ise nigâhdâştı pekiştirmektir.”(III)

(I) Ariler Yolunun Edepleri – S.M.Saki Erol (k.s.a.)

(II) Kelimat-ı Kudsiyye

(III) Reşahat

(IV) Adab – Muhammed bin Abdullah el-Hânî