Tasavvuf ilminin Fazileti

Bir adam Hz. Rasûlullah’a (s.a.v) şerrin ne olduğunu sordu, Rasûluliah (s.a.v):

“Bana şerden sormayınız, hayırlı şeyleri sorunuz!” dedi ve bunu üç kere tekrarladı. Sonra: “Şerlerin en kötüsü: âlimlerin kötü olmasıdır, ha­yırların en iyisi de âlimlerin hayırlı olmasıdır.’’1 buyurdu.

Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Ülemâ, ümmetin yol göstericisi, di­nin direği, cehâlet karanlığının aydınlatıcısı, İslâm cemiyetinin seçilmiş tem­silcileri, Kitab ve sünnetin hüküm kaynağı, Allahu Teâlâ’nın yeryüzündeki emini, kulların mânevi hastalıklarının doktoru, tevhid dininin mütehassısları, büyük emânetin taşayıcıları olan zevât-ı kiramdır. Bu halleriyle onlar, insan­lar içinde gerçek takvâya en lâyık olanlar ve dünyaya karşı kulların en zâhidi olma durumunda olan kimselerdir. Çünkü onlar bu güzel hâl ve sıfatlara, hem kendileri hem de diğer insanların istifâdesi adına muhtaçdırlar. Onların bozul­ması âlemin bozulması, onların salâhı da âlemin rahatça ıslâh olması demek­tir.

Süfyân b. Uyeyne demiştir ki: “İnsanların en câhili; bildiği ile amel etme­yenlerdir. Onların en âlimi; bildikleriyle amel eden, en faziletlileri ise; Allah’tan en çok korkan kimsedir.”

Bu söz gerçekten doğru bir sözdür: Çünkü o, ilmi ile amel etmeyen kim­senin gerçekten âlim olmadığını ortaya koymaktadır. Böyle kimselerin çatır çatır edebiyat yapması, düzgün ve güzel konuşması, mücâdele ve münâza- [1] rada kuvvetli olması sakın seni aldatmasın! Böyleleri gerçekten âlim değil, câhildir. Ancak, Allahu Teâlâ’nın, bu kulunu affedip güzel bir hâle getirmesi müstesnâdır. Çünkü İslâm yolundaki ilim, sâhibini zâyi etmez. Bu ilme sâhip olan âlimin, ilminin bereketiyle amele ve güzel bir hâle dönmesi umulur.

İlim, farz ve fazilet olarak iki kısma ayrılır. Farz olan ilim; insanın dînî va­zifelerini hakkıyla yerine getirmesi için bilmesi gereken ilimdir. Fazilet olan ilim ise; ihtiyacının dışında, Kitab ve sünnete uygun olarak elde ettiği ilimdir.

Kitab ve sünnete uygun olmayan, onlardan istifâde ile elde edilmeyen, on­ların anlaşılmasına yardım etmeyen yahut onlara dayanmayan (yani onlar­dan tasvip almayan) bütün ilimler, ne çeşit ve ne kadar olursa olsun, fazilet değil rezâlettir. Bu gibi ilimlerle insan ancak dünyada boş zevklerini, âhirette de perişanlığını artırır.

Farz olan ilimde insanın câhil kalmasına müsâade yoktur. Şeyhimiz Şey­hülislâm Ebu’n-Necib es-Sühreverdî’nin, Enes b. Mâlik’den (r. a) naklede­rek bize bildirdiğine göre, Rasûlullah (a.s) şöyle buyurmuştur:

“İlim Çin gibi, bulunduğunuz yere uzakta da olsa onu arayıp bulunuz. Şüphesiz, ilim taleb (ve tahsil) etmek erkek- kadın her müslümana farz­dır.“[2] [3]

Farz olan ilmin ne olduğu konusunda, âlimler farklı görüşler ileri sürmüş­lerdir.

Bazıları: “Her mükellefe farz olan ilim ihlas ilmidir. Sonra nefsin âfetlerini ve amelleri bozan şeyleri bilmek gelir.” demişlerdir. Çünkü insan hayır yap­makla emrolunduğu gibi, yaptığı amelde ihlâs sâhibi olmakla da emrolunmuş- tur. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Halbuki onlar ancak, Allah’a dinde ihlâs sâhibi olarak ibâdet etmek­le emrolundular.“3 buyurmaktadır.

Görüldüğü gibi ihlâs, emredilmiştir. Nefsin hile ve desiseleri, aldatma ve şehvetleri, farz olan İhlasın temelini mahveder. Bunun için ihlâs farz olduğu

gibi onu ortadan kaldıran ve zedeleyen şeyleri bilmek de farz olmaktadır.

Temel bir kâidedir ki, kulun, kendisiyle farzı yerine getirdiği şeyler de farzdır.

Bazıları da demişlerdir ki: Kalbe gelen düşünce çeşitlerini ve kısımlarını bilmek farzdır. Çünkü düşünce, fiil ve davranışların ilk tezâhür yeri ve kayna­ğıdır. İnsan ancak onları bilmekle, kalbe gelen meleğin ilhâmı ile şeytanın vesvesesini ayırtedebilir. Hem bir fiil, ancak, kalbdeki niyetin sahih olmasıyla makbul olur. Kulun yaptıklarının sahih olması için bu tür ilimleri bilmesi farz­dır.

Bazıları ise; farz olan ilim; vaktin ilmini bilmekdir, demişlerdir. Sehl b. Ab­dullah (rah) bu konuda; “Farz olan ilim; kişinin ilm-i hâlini bilmesidir.” demiş­tir. Yani dünya ve âhiretinde Allahu Teâlâ ile arasında cerayân eden hâl ve amellerin hükmünü öğrenmesidir.

Denilmiştir ki: “ Farz olan ilim, bâtın ilmidir.”

Bâtın ilmi; kulun yakînini artıran ilimdir. Bu ilim ancak, Allahu Teâlâ’nın se­çip (mânevi) ordusuna aldığı, zâtını (rızâsını) arayanları kendilerine sevketti- ği, usûl ve âdablarıyla kuvvetlendirerek insanları irşâd ettiği, mukarrabûn ma- kâmına çıkmış (İlâhî huzurda kabul görmüş), dünyadan gönlünü çekmiş, ya- kîn derecesine ulaşmış sâlih âlimlerin (ârif-i billah velilerin) sohbet ve meclis­lerinde bulunmakla elde edilir. Onlar, Hz. Peygamberin (s.a.v) ilminin vâris­leridir. Yakin ilmini ancak onlar öğretirler.

Bazıları demiştir ki: “Farz olan ilim; alış-veriş, satın alma, nikah-boşama gibi muâmeielerin ilmidir. Bu tür işlerden birisini yapacağı zaman kişinin on­ların ilmini bilmesi farz olur.”

Bazıları ise: “Kişinin yapmak istediği bir işte, İlâhî hükümden habersiz ol­ması hâlinde, bu işi kendi görüşüne göre yapması câiz olmadığı için; kârına ve zararına olan şeyleri bilmediği zaman, meseleyi bir âlime sorması ve câ­hili olduğu şeyi öğrenmesi kendisine farzdır.” demişlerdir.

Bazılarına göre, tevhîd ilmini öğrenmek farzdır.

Bazıları: “Tevhîd ilmini elde etmek, nazar ve istidlâle dayalıdır” derken, ba­zıları da: “Bunun yolu nakildir, Kitab ve sünnetten öğrenilir.” demiştir.

Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Kulun iç âlemi şüphelerden arınmış, İs­lâm’ın emirlerine teslimiyeti ve bağlılığı güzel, kalbinde de kendisini kötülüğe sevk ve tahrik edecek bir duygu bulunmadığı zaman, gerçek tevhide ve selâ­mete ulaşmıştır. Eğer kalbini rahatsız eden bir takım düşünceler sarmış, ya­hut akidesini zedeleyecek bir vesvese ârız olmuş, veyahut da kendisini so­nuçta dalâlet veya bid’ata sürükleyecek bir şüpheye mâruz kalmış ise; içine düştüğü karışıklıktan kurtulmaya çalışması ve kendisine doğru yolu göstere­cek bir ilim ehline müracaat etmesi vâcib olur.”

Şeyh Ebû Tâlib el-Mekkî (rah.) demiştir ki: “Öğrenilmesi farz olan ilim; İs­lâm’ın üzerine binâ edildiği beş şeyin (şehâdet, namaz, oruç, zekat ve hac- cın) bilinmesidir. Çünkü bunlar her müslümana farz kılınmıştır.”

Yapılması farz olan şeyleri, amel edecek kadar bilmek de farzdır. Nitekim bu beş ana farzın ilki, kelime- i şehâdet olduğu için tevhid ilmi de bu farz ilim­lerin arasına gireceği söylenmiştir. Çünkü tevhid, İslâm’ın zarûrî amellerin­den birisidir. İhlas ilmi de İslâm’ın sıhhatiyle alâkalıdır ve farz olan ilme dâhil­dir.

Hem, Allah Rasûlü (s.a.v), ilmin her müslümana farz olduğunu haber ver­miştir. Bu durumda hiçbir müslümanın onda câhil kalmasına müsâade yoktur.

Şunu da belirtelim ki; yukarıda farz olarak zikredilen ilimlerin çoğunu her müslümanın bilmemesi normaldir. Çünkü herkes, kalbe gelen bütün düşün­celerin ilmini, hâlle ilgili durumları, bütün helal-haram noktalarını, âhiret âlim­lerinden öğrenilebilecek yakin ilmini bilemez. Bunun böyle olduğunu sen de görüyorsun. Müslümanların çoğ bu şeyleri bilmemektedir. Eğer yukarıda, de­ğişik zatlardan naklettiğimiz bütün şeyler farz olmuş olsaydı; -Allahu Te- âlâ’nın diledikleri müstesnâ- insanların çoğu onları bilmekten âciz kalırdı, zâ­ten âciz de kalmışlardır.

Buraya kadar nakledilen görüşler içinde ben, daha çok, Şeyh Ebû Tâlib’in görüşüne meylediyorum. Bir de, alış-veriş, nikah-talak gibi işlerle uğraşanla­rın, bu işe başlayacakları zaman onlarla ilgili ilimleri bilmesi farzdır, diyenlere katılıyorum. Yemin ederim ki; bu işlerin ilmini bilmek, (onlarla amel edecek olan) her müslümana farzdır.

Bana göre, Şeyh Ebû Tâlib’in bu konudaki ta’rifi, farz olan ilmi toplu ola­rak ihtivâ (ve özet olarak ifâde) etmektedir.

Ayrıca ben derim ki; bütün müslümanların öğrenmesi farz olan ilim, İlâhî emir ve yasakları bildiren ilimdir.

Emredilen şeyler; yapılmasında sevâb, terkedilmesinde azap olan amel­lerdir. Neyhedilenler ise; yapılmasında azap, terkedilmesinde sevâp bulunan şeylerdir.

Emir ve nehiyler, İslâm’ın hükmüne göre, kulun devamlı riâyete mecbûr olduğu hususlardır. Emirlerden bazıları (iman ve namaz gibi), devamlılık ar- zederken, bazılarının vukûsu ânında amel etme durumunda bilinmesi ve ya­pılması gerekmektedir. Devamlı yürürlükte olan emir ve nehiyler zaruret-i di- niyyeden oldukları için, onların herkes tarafından bilinmesi gerekmekte, yeni karşılaşılan ve bir müslümanın arada bir yapacağı amellerde ise, o amellerle karşı karşıya kaldığı zaman gereken ilmin bilinmesi ve cehâletin yok edilme­si icâbetmektedir. Bir müslümanın bu durumda, önündeki meselede câhil kal­ması düşünülemez. Verdiğimiz bu ta’rif, yukarıdakilerden daha geniş ve da­ha umûmîdir. En iyisini Allahu Teâlâ bilir.

Sonra bil ki; meşâyıh-ı kirâm ve zühd sâhibi (gönlünü dünyadan çekmiş) âhiret âlimleri, farz olan ilimleri öğrenmek için bütün gayretlerini sarfetmişler ve onu hakkıyla öğrenerek emir ve nehiyleri tam mânasıyla yerine getirip, Al­lah’ın lutuf ve yardımıyla bu mesuliyetten kurtulmuşlardır. Onlar, Allahu Te- âlâ’nın:

Habibim! Sen, emrolunduğun şekilde, beraberinde tevbe edenlerle, dosdoğru haraket et, istikâmet üzere ol. (Sana tâbi olanlar da istikâmet üzere davransınlar.)’[4] âyetinde, Rasûlüne emrettiği istikâmet hâlinde O’na tâbi olarak, istikâmet üzere haraket ettikleri zaman; Allahu Teâlâ, kendilerine yukarıda zikredilen mânevî ilim kapılarını açmıştır.

Ehlullahdan birisi demiştir ki: “Sağlam müşâhedelerle, apaçık nûrlarla, âyet ve hadislere dayanan İlâhî nimetlerle desteklenerek istikâmet üzere sâ- bit kılınanlardan başka, bu İlâhî hitapta sözü edilen şekilde istikâmet üzere ol­maya kimin gücü yeter? Allahu Teâlâ, kuluna verdiği bu desteğe; Kur’an’da: “Rasûlüm! Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen az kalsın onlara meyledecektin.“[5] [6] [7] âyetiyle işaret buyurmuştur. Sonra, şunu da unutmamalı­yız ki; bu makamda İlâhî himâyede tutulan Allah Rasûlü (a.s), müşahede ma- kâmında ve İlâhî hitâba mazhar olduğunda yine lutf-i İlâhî ile korunmuş, böy- lece kurbiyyet makâmı ve ünsiyet nimeti ile şereflendirilmlştir. Bütün bunlara mazhar olan Rasûlullah’a (s.a.v) daha sonra:

“Artık, emrolunduğun şekilde dosdoğru haraket et!” emri verilmiştir. Eğer bu hâl ve makâmlardan geçmeseydi, emrolunduğu istikâmete güç yeti- remezdi.

Ebû Hafs’a: “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” diye sorulduğunda ceva­bı şu olmuştur: “İstikâmettir, çünkü Rasûlullah (s.a.v): “Tam olarak güç ye- tiremiyeceksiniz ama, siz istikâmet üzere olunuz.”6 buyurdu.”

Ca’fer es-Sâdık: “Emrolunduğun gibi istikâmet üzere ol!” âyeti hakkın­da: “Bunun mânası; azmini sağlam tutarak Allah’a acziyetini itiraf et, demek­tir.” demiştir.

Sâlihlerden birisi, Rasûlullah’ı (a.s) rüyasında görmüş ve O’na: “Ya Rasû- lellah! Sizin: “Beni Hûd sûresi ve benzerleri ihtiyarlattı.” sözünüzü naklediyor­lar, bu doğru mudur?” diye sorunca, Rasûlullah (s.a.v):

“Evet.” buyurmuş, bunun üzerine : “Bu sûrede ne var ki sizi ihtiyarlattı? Geçmiş peygamberlerin kıssaları mı, yoksa ümmetlerinin helâki mi?” diye so­runca : Efendimiz (s.a.v) : “Hayır, bunlar değil! Beni, Allahu Teâlâ’nın: “Em­rolunduğun gibi dosdoğru ol!”7 emri ihtiyarlattı.” buyurmuştur.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, bir çok müşâhede makâmiarını geçip bu şe­kilde kendisinden hakkıyla istikâmet üzere olması istendiği gibi; aynı şekilde, zühd sâhibi âhiret âlimlerine ve kurbiyyet ehli meşâyıh-ı kirama da Allahu Te- âlâ, bu müşâhedelerden bir nasib ve pay ihsan edip sonra onlara istikâmetin gereğini yerine getirmelerini istemiştir. Onlara istikamet anlayışını vermiştir.

Böylece onlar, istikâmet üzere olmayı en faziletli bir amel ve en şerefli bir emir bilmişlerdir.

Ebû Ali el-Cüzcânî demiştir ki: “Sen istikâmet iste, keramet peşine düşme! Nefsin kerâmet peşinde koşar durur; halbuki Allah senden isti­kâmet istemektedir.’’

Bu söz, bu konudaki bir temel esası ifâde etmektedir. Fakat sulûk ehlinin ve hak tâliblerinin çoğu bu incelikten habersizdir.

Bu şundan kaynaklanmaktadır: Hakk yoluna sulûk ve bu uğurda gayret eden sâlikler; daha önce yaşamış sâlihlerin hayat şeklini ve onlara ihsan edi­len kerâmet türü şeyleri işittiklerinde, nefisleri, onlardan bazılarını elde etmek ve kendisine de bu şeylerin verilmesini ister durur. Hatta bu arzu içinde olan­lardan bazıları, kendisine kerâmet olarak herhangi bir şey verilmediğinde, amelinin sıhhatinin bozuk olduğu düşüncesiyle kendini kınar ve kalbi mahzun olur. Halbuki, istikâmet sahibi bir kimse, kendisine kerâmet türü şeylerin ve­rilmemesinin hikmetini bilseydi, bunu anlamak kolay olurdu.

Şu da bilinsin ki; Allahu Teâlâ, bazen, gayret ve sadâkat ehli bazı kulları­na kerâmetten bir kapı açar ve ikramlarda bulunur. Bunun hikmeti; böyle kim­selerin bazı hârikulâde şeyleri ve İlâhî kudretin tecellilerini görerek yakinlerini artırmaları, hevâ ve heves peşinde koşmaktan kurtulmaları, dünyaya karşı zühd sâhibi olup irâde ve azimlerini kuvvetlendirmeleridir.

Allahu Teâlâ’nın bazı kullarına da, sırf yakîninin güzel olması sebebiyle bu tür şeyler açılır ve kalbinden hicab perdesi kaldırılır. Temiz yakini sebebiyle, kendisine hakikat perdesi açılan kimsenin, bu tür hârikulâde şeyleri görmeye ihtiyâcı yoktur. Çünkü keşif ve kerâmetlerden gâye; yakînin hâsıl olmasıdır. O da zâten bunda mevcuttur. Şayet bu kimseye, hâlis yakini sebebiyle bir ta­kım keşif ve kerâmetler açılsa, onun yakini olduğundan daha fazla olmaz. Bu durumda olan bir kimsenin böyle şeylere ihtiyacı olmadığı için, kendisine hâ­rikulâde şeylerin keşfolmasının bir hikmeti yoktur. Buna muhtaç olan kimse­ye bu tür şeylerin gösterilmesi bir hikmet gereği (ve onun menfaati icâbıdır). Ancak, hârikulâde şeylere ihtiyacı olmayan yakin ehli, kerâmet türü hâdisele­re muhtaç olandan kâbiliyet ve ehliyet yönünden daha ileri, daha makbûldur.

Çünkü o, bu mertebeye, İlâhî kudretin herhangi bir tecelli ve cilvesini görme­den, arada bir vâsıta olmaksızın, sırf temiz yakinî ile ulaşmıştır. Hem kem­im ette, kendini görme ve beğenme gibi bir âfet vardır. Böyle yakin sahibi kim­senin ise, kerâmet türü bir şeye ihtiyacı kalmamıştır.

Şu halde, tutulacak yolun en doğrusu, nefsi istikâmete çağırmaktır. İşte bütün kerâmet ve asıl mahâret budur. Sonra; istikâmet sâhibi bir kimsede kerâmet cinsi bir şey zuhûr etse, bu câiz ve güzeldir. Şâyet her­hangi bir şey vâki olmasa, bunun hiçbir önemi yoktur. Bu onun hâline bir noksanlık da getirmez. Asıl noksanlık, tam istikâmetin hakkını koru­yamamak ve onu zedelemektedir. Bu böylece bilinmelidir. Çünkü o, Hakk tâlibleri için en önemli bir esastır.

Zühd sâhibi âlimler, sûfî meşâyıhı ve kurbiyyet ehli büyükler istikâmetin hakkını yerine getirdiklerinde, yukarıda zikrettiğimiz, öncekilerin işâret ettiği ilimlerle rızıklanınca; onların farz olduğu kanaatine varmışlardır.

Meselâ; “hâl” ilmi, “kıyâm” ve “havâtır” ilmi bunlardandır. Havâtır ilmini ve kısımlarını inşaallah ilgili yerinde açıklayacağız.

Yakin ilmi, ihlâs ilmi ve nefs ilmiyle nefsin hâl ve huylarını tanımak onların tâlib oldukları ilme dâhildir. Nefsi ve onun hallerini tanıma, bu tâifenin en şe­refli ilimlerindendir. Sûfîler ve kurbiyyet ehline göre, insanların en şereflisi ve hak yolunda sâbit olanı; nefsini en iyi tanıyan ve ona sâhip olanlardır.

Dünyanın çeşitli hallerini, hevâ ve hevesin karıştığı noktaları, nefsin gizli şehvetlerini, şiddetli arzu ve aşırılıklarını tanıma da, sûfilerin üzerinde durdu­ğu ilimlerdendir.

Sûfîler, nefsin söz, davranış, giyinme, yeme, içme ve uyuma gibi zarûrî is­teklerine karşı, zarûret sınırında durmayı iyi tesbit ettikleri gibi, tevbenin haki­katini de en iyi bilenlerdir.

Gizli günahları bilmek, hayır ehli için makbul olduğu halde mukarrebûn için günah sayılan şeyleri tanımak, mâlâyaniyi terksderek nefsin çeşitli istek­lerinden kurtulmak, insanın hatırına gelen günah duygularından kaçınıp, zih­ni meşgul eden faydasız düşüncelerden uzaklaşmak, sûfilerin en mâhir ve

mütehassıs olduğu konulardır.

Muhâsebe ve murâkabe ilmiyle bunları zedeleyen şeyleri, tevekkülün ha­kikatini, tevekkül sahiplerinin içine düştükleri hataları, tevekkülü zedeleyen ve zedelemeyen şeyleri, imanın gereği olarak kulda bulunması gereken tevek­külle, irfan ehline hâs tevekkül arasındaki farkı, rızâ ilmini ve rızâ makâmın- da düşülecek günahları, zühdü ve zühdün zarûri olanını, zühde zarar verme­yen şeyleri, zühdün hakikatini, zühde karşı da zühd sâhibi olmayı ve bundan öte bir üçüncü zühde ulaşmayı, inâbe ve icâbet ilmini, duâ edilecek ve edil­meyecek vakitleri, muhabbet ilmini, “İlâhî emirlere uymak” şeklinde tanımla­nan avamın muhabbeti İle sırf Allah için olan havassın muhabbeti arasındaki farkı en iyi bilen yine sûfîlerdir.

Dünya âlimlerinden bazıları, âhiret âlimlerinin: “Sırf Allah’ın zâtı için mu­habbet edilir.” görüşünü kabul etmemişlerdir. Onlar: “Allah’ın bizzat zâtına muhabbet olmaz.” demişler, âhiret âlimlerinin, Allah’dan râzı olma görüşleri­ni de: “Rızâdan maksat; hüküm ve emirlerine sabırdır.” diyerek kabul etme­mişlerdir.

Sûfîler, bunların yanında, özel muhabbetin, muhabbet-i zattan muhabbet- i sıfata kadar değişen kısımlarını, kalbî muhabbetle rûhî muhabbet, aklî mu­habbetle nefsî muhabbet arasındaki farkları, makâm-ı muhip ile makâm-ı mahbûb, mürid ile murâd arasındaki fark ve ayrıcalıkları da çok iyi bilirler.

Sonra onlar, heybet, üns, kabz, bast gibi müşâhede ilimlerini, kabz ile bast, hemm ile neşat (sevinç) arasındaki farkı da bilirler.

Onlar,”fenâ” ve “bekâ” ilimlerini iyi bildikleri gibi; fenânın çeşitli dereceleri arasındaki farkı, tecelli, cem’, fark, levâmi’, tavâli, bevâdi’, sahv, sekr ve bunların dışındaki hâl ve durumları da yakinen bilirler[8] ve ehline öğretirler. Eğer vakit geniş olsaydı; biz onları uzun uzun anlatır, cildleri bulan kitaplarda açıklardık. Fakat ömür kısa, vakit kıymetli. Şunu da belirtelim ki; şâyet üzeri­mize gaflet ârız olmasa idi, bu kadarını yazmaya da vakit bulamazdık.

Bu kitabımızda kısaca arzettiklerimiz, ehl-i tasavvufun sâhip olduğu ilimler hakkında yeteri kadar mâ’lûmât vermektedir. Kerim olan Allah’dan bizi bu ilimlerle menfaatlendirmesini, onları aleyhimize değil, lehimize bir delil kılma­sını niyaz ederiz.

Bütün bunların ötesinde zühd sâhibi âhiret âlimlerinin, ilimlerinin gereğin­ce amel edip yüksek pâyelere ulaşarak elde ettikleri daha bir çok ilimler var­dır. Dünyaya rağbet eden zâhir âlimleri bunlardan mahrumdur. Bütün bu ilim­ler, zevk ile anlaşılan ilimler olduğundan; onlara ancak, zevk ile tatmak ve vic- dânî olarak yaşamak sûretiyle ulaşılır, dışarıdan bakmakla değil. Bunlar bal ve şeker gibidir; anlatmakla tadına varılmaz; onları ancak tadan bilir!

Şu anlatacağım, sana, sûfîlerin ilimlerinin şeref ve kıymetini bildirmeye ye­ter.

Bil ki; sûfîlerin ilimleri dışındaki bütün ilimlerin tahsili esnasında kalbde dünya muhabbetinin bulunması ve takvânın hakikatlarından uzak kalınması tahsile mânî olmaz. Hatta bazen, dünya muhabbeti onları elde etmeye yar­dımcı bile olur. Çünkü ilimle uğraşmak çok zordur. Ancak kişi, istediği makâm ve mevkie ilimle ulaşacağını anladığı zaman; bütün güçlüklere katlanır, gece uykusunu terkeder, vatanından ayrılmaya, uzun süre yolculuk yapmaya ve bu uğurda meşakkatlere katlanmaya sabreder, bir çok arzu ve isteklerini bir kenara kor.

Bu büyük velilerin ilmi ise; dünya muhabbetiyle hâsıl olmaz. Hevâ ve he­vesten kaçmadıkça, boş lezzetleri bir kenara koymadıkça bu ilimlerin hakika­tine ulaşılamaz. Onlar ancak takvâ mektebinde okunur. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Allah’tan korkun; o size (bilmediklerinizi) öğretir.’’[9] buyurmuştur. Bu­nunla, hakiki ilmin takvânın mirâsı olduğu anlatılmaktadır. Sûfîlerin sâhib ol­duğu ilimlerin dışındaki ilimler kolayca öğrenilebilir. Bu anlattıklarımızla, âhi­ret âlimlerinin fazileti bilinmiş oldu. Çünkü bu ilimlerin perdesi ancak temiz akıl sâhibleri için açılır: Gerçek akıl sâhipleri de; zühd sâhibi (gönlünü dünya muhabbetinden çekmiş) âhiret âlimleridir.

Bazı fakihler demişlerdir ki: “Bir adam, malının, insanların en akıllısına verilmesini vasiyyet etse; o mal, zâhidlere (kalbini dünyadan çekip Allah’a bağlayanlara) verilir. Çünkü halkın en akıllısı onlardır.”

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî demiştir ki: “Aklın bin ismi vardır. Bu bin is­min herbirinin de bin ismi vardır. Bütün isimlerinin ilki; “dünyâyı terk”dir. Abdullah el-Havvâs şöyle anlatmıştır:

Ebû Abdurrahman Hâtem el-Esamm, yanında, hacca gitmek isteyen 320 kişi ile birlikte Rey şehrine geldiğinde ben de onlarla beraberdim. Hepsi­nin üzerinde bir yün elbise ve birer cübbe vardı. Yanlarında azık torbası ve yiyecek olarak hiçbir şey yoktu. Şehre girdiğimizde geceyi tüccârdan, zühd ve takvâ sâhibi, derviş ve sûfîleri seven bir zâtın evinde misâfir olarak geçirdik. Sabah olunca, tüccâr:

“Ya Ebâ Abdurrahman! Bir ihtiyacın var mı? Ben hasta olan bir âlimi zi- yârete gideceğim.” diyerek izin istedi. Hâtem:

“Mâdem ziyâret etmek istediğin hasta bir âlim var, onu ziyâret etmek fazi­let, yüzüne bakmak ibâdettir. Ben de seninle gelmek isterim.” dedi. Hasta olan zat, Rey kadısı Muhammed b. Mukâtil idi. Tüccâr:

“Buyurun, berâber gidelim!” deyince, kalkıp gittiler. Evin önüne geliklerin- de, bir de baktılar ki; yüksekçe, güzel kapılı, mükemmel bir konak! Bunu gö­ren Hâtem düşünceye daldı, kendi kendine: “Âlimin kapısı böyle hâ !” diye söylendi. Sonra kendilerine izin verildi ve içeri girdiler.

Karşılarına genişçe, tam teşkilatlı, tavanı yüksekçe, gösterişli örtü ve per­delerle süslü, etrafta muhâfızlar ve koruma kuvvetleri bulunan bir salon çıktı. Hâtem bu manzara karşısında daha da şaşırıp kaldı ve derin bir düşünceye daldı. Biraz sonra hastanın ve ziyâretçilerin bulunduğu odaya girdiler. Hasta âlim, geniş ve gösterişli, yumuşak bir yatak üzerinde uzanmış yatıyordu. Ba- şucunda da, elinde yelpâze bulunan bir köle vardı. Tüccâr oturup hal hatır sormaya başladı. Hâtem ayakta duruyordu. Kadı İbnu Mukâîil ona, oturma­sını işâret etti. O da:

“Hayır, oturmayacağım!” dedi. İbnu Mukâtil:

“Herhalde bir ihtiyacın var.” dedi. Hâtem:

“Evet!” dedi. İbnu Mukâtil:

“Nedir bakalım?” deyince, Hâlem:

“Size soracağım bir meselem var!” dedi. O:

“Sor bakalım.” deyince, Hâtem:

“Kalk, düzgünce otur ki sorayım!” dedi. İbnu Mukâtil, hizmetçilerine em­retti, doğrultup arkasına yaslandırdılar. Hâtem:

“Bu ilim sana nereden geldi ?” diye sordu. O:

“Sağlam ve güvenilir kimselerden.” dedi. Hâtem:

“Onlar kimden aldılar ?” dedi. İbnu Mukâtil:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimizinin ashabından.” dedi. Hâtem:

“Efendimizin ashabı kimden aldı ?” diye sordu. İbnu Mukâtil:

“Rasûlullah aleyhisselâm’dan aldılar.” dedi. Hâtem:

– “Rasûlullah (a.s) Efendimize nereden geldi?” diye sordu. İbnu Mukâtil: “Cebrâil aleyhisselâm’dan.” deyince, Hâtem el-Asamm:

“Peki sen, Cebrâl’in Allahu Teâlâ’dan alarak Rasûlullah’a (a.s) verdiği, O’ndan ashabına, ashabdan da büyük âlimlere ve onlardan da sana gelen ilimde:

“Kim evinde krallar gibi yaşar, süsü ve debdebesi fazla olursa, onun Allah katındaki derecesi daha yüksek olur!” diye bir şey işittin mi?” diye sordu, İb­nu Mukâtil:

“Hayır işitmedim.” dedi. Hâtem el-Asamm:

“Öyleyse nasıl işittin?” deyince, Kadı:

“Bana ulaşan ilimde: „Kim dünyaya gönlünü kaptırmaz, âhirete rağbet eder, miskin (fakir)leri sever ve âhiret için hayır ameller takdim ederse; kendisine Allah katında en yüksek makam verilir.’’ haberini işittim, dedi. Bunun üzerine Hâtem:

“O halde sen bu hâlinle, Hz. Peygamber’e (s.a.v), O’nun ashâbına ve sâ- lihlere mi uyuyorsun; yoksa görkemli ve süslü binâlar yapan Firavun ve Nemrud’u mu tâkip diyorsun. Ey kötülüğün başını çeken âlimler! Dünyaya rağbet eden câhiller size bakıp: “Âlim olduğu halde o böyledir, ben niçin on­dan geri kalayım!” demektedir.” dedi ve İbnu Mukâtil’in hastalığına hastalık katarak çıkıp gitti.

Hâtem el-Asamm’la, İbnu Mukâtil arasındaki hâdiseyi Rey halkı duyun­ca, Hâtem’e:

“Ya Ebâ Abdurrahman! Kazvin’de, durumu bundan daha acâib olan bir âlim var!” diye Kâdı Muhammed llbeyd et-Tenâfisî’den bahsettiler. Bunun üzerine, Hâtem el-Asamm Kazvin’e uğradı ve bahsedilen âlimin yanına git­ti. Huzûruna vardığında:

“Allah sana rahmet etsin! Ben acemî bir kimseyim, bana dinimin ilk vazi­fesini ve namazımın anahtarı olan abdesti öğretir misiniz?” dedi. Kâdı:

“Memnuniyetle, buyurun!” dedi ve hizmetçisine, su ve leğen getirmesini emretti. İstedikleri getirildi. Sonra Tenâfisî, bir yere oturdu ve her âzâsını üçer defa yıkayarak abdest aldı. Sonra:

“İşte böylece abdest alırsın!” dedi. Hâtem el-Asamm oturdu ve âzâlarını üçer defa yıkayarak abdest almaya başladı. Fakat kollarını yıkarken dört de­fa yıkadı. Bunu gören Tenâfisî:

“Hey! İsraf ettin.” dedi. Hâtem:

“Niçin ?” dedi. Kâdı:

“Kollarını üç defa yıkaman lazımdı; dörder defa yıkadın.” deyince, Hâtem:

“Sübhânellah! Ne şaşılacak şey! Sen bunca debdebe ve saltanat ile israf etmiyorsun da, ben bir avuç suyu fazla kullandım diye mi israf ediyorum ?” dedi. Tenâfisî onun niyetinin, bilmediğini öğrenmek olmadığını, kendi duru­munu bildirmek için geldiğini anladı ve üzüntüsünden evine girerek, kırk gün kimsenin yanına çıkmadı.

Rey ve Kazvin tüccarları, Hâtem’in, İbnu Mukâtil ve Tenâfisî ile arasın­da geçen bu olayları yazdılar. Bağdad’a vardığı zaman, Bağdat halkı başı­na toplandı ve kendisine:

“Ya Hâtem! Sen, Ârapçayı zor konuşan bir kimse olduğun halde, nasıl oluyor da seninle her konuşanı mat eder susturursun?” diye sorduklarında, Hazret:

“Bende üç haslet var ki, bunlar sâyesinde hasımiarıma üstün gelirim.” de­di. Onların ne olduğu sorulunca, Hatem:

1-   Hasmım doğruyu bulunca sevinirim,

2-    Hata edince üzülürüm,

3-    Ona karşı câhilâne, edeb dışı davranmaktan sakınırım.” dedi.

Onun bu durumu ve sözleri, Ahmed b. Hanbel’e ulaşınca, ziyâretine git­ti: “Ne akıllı adam!” diyerek yanına girdi. Kendisine: “Yâ Ebâ Âbdurrahman! Dünyada selâmet ne iledir?” diye sordu. Hâtem el-Asamm:

“Ya Ebâ Abdullah! Sende dört haslet bulunmadıkça dünyada selâmet ve âfiyet bulamazsın.” dedi. Abmed b. Hanbel:

“Onlar nedir ?” deyince, Hâtem:

“Sana karşı câhillik edenin kusurunu affedersin, onlara karşı câhilce dav­ranışlardan sakınırsın. Kendi malından onlara dağıtırsın ve onların elindeki maldan da ümidini kesersin. Böyle yaparsan selâmeti bulursun.” dedi ve Me­dine’ye doğru yola çıktı.”

Allahu Teâlâ, bir âyet-i kerimede: “Kullan içinde Allah’dan ancak O’nu hakkıyla bilen âlimler korkar.”‘0 buyurmuştur.

Âyetteki “innemâ” (ancak) ifâdesi, Allah’tan korkmayan (takvâya sarılma­yan) kimsenin ilim sâhibi olmadığını ortaya koymaktadır.

Meselâ: “Bu eve sadece Bağdat’lı girdi.” dense, bu söz, o eve Bağdat’lı- nın dışında hiç kimsenin girmediğini ifâde eder.

Âyetten ve anlattıklarımızdan anlaşıldı ki; âhiret âlimleri için, mârifet dere­celerine ve kurbiyyet makâmlarına giden bütün yollar kapalı olup ancak zühd ve takvâ yolu açıktır.

Ebu Yezid Bistâmî (k.s), bir gün arkadaşlarına:

“Dün gece, sabaha kadar bir defa: “Lâ ilâhe illallah” demeye çalıştım, fa­kat güç yetiremedim.” dedi.

“Niçin?” diye sorulunca:

“Çocukluğumda söylediğim kötü bir kelimeyi hatırladım, bundan dolayı ba­na bir ürperme geldi ve beni bu zikri yapmaktan alıkoydu. Kendisinde sevimsiz hal ve sıfatlar bulunan kimsenin Allahu Teâlâ’yı zikretmesine şaşarım!” dedi.

Kul, sağlam bir takvâ ve güzel bir zühd hâliyle ancak ilimde râsih (üstün derece ve derin anlayış sâhibi) olabilir.

Vâsıtî (rah): ‘İlimde râsih olanlar..”1‚ âyetini tefsir ederken: “Onlar, ruh­larıyla gaybın ötesinde ve sırrın derinliklerinde ilim alabilecek pâyeye ulaştı­lar. O zaman kendilerine bildirilenleri tam olarak anladılar. Daha ziyâde ve [10] [11]

yükseğini bulmak için ilim denizlerine daldılar. İlâhî kelimelerin ve her harfin altında bulunan gizli mâna ve sırlı hitaplar kendilerine açıldı. Böylece hikmet­le konuşur oldular.” demiştir.

Bazıları da: “İlimde râsih olanlar, Allahu Teâlâ’nın hitabından ve kelamın­dan kasd olunan mananın en yüksek noktasına ulaşanlardır.” demiştir.

Ebu Saîd el-Harrâz (k. s) demiştir ki: “İlimde râsih olanlar; bütün ilimlerde tam kemâle erdiler, onları gerçek yönleriyle öğrendiler. Bu ilmin kendilerine verdiği nur ve ferasetle bütün mahlukatın niyet, dert ve düşüncelerini bilir du­ruma geldiler.”

Ebu Saîd’in bu sözü, ilimde râsih ve seçkin olanların, ilimlerinin bütün kı­sımlarına vâkıf olmaları ve hepsinde kemâle ermeleri gerektiği anlamına gel­mez. Çünkü, Hz. Ömer (r.a), ilimde râsih (yüksek pâyeye ulaşmış) iken, Al­lahu Teâlâ’nın “Sizin ve hayvanlarınızın menfeati için ayrıca meyveler ve çayırlar yarattık.”12 âyetinde geçen “ebben” için; “ebb nedir?” diye durakla­mış, sonra da: “Bu bir zorlamadır, bilmesem de olur?” demiştir.[12] [13] Âyetteki “ebb” kelimesinin mânasında duraklayıp ne olduğunu soranın, Hz. Ebu Be­kir (r.a) olduğu da nakledilmiştir.

Ebu Saîd, yukarıdaki: “İlimde kemâle ulaştılar.” sözüyle, onlar bütün mah- lukatın düşüncelerine vâkıf olurlar, mânasını kasdetmiştir. Çünkü, gerçek tak- vâya ve zühde sâhip olan kimsenin iç âlemi sâfileşip kalb aynası parlar ve levh-i mahfuzun bazı şeylerini görebilir duruma gelir. Bu durumda o, iç âlemi­nin sâfiyeti sebebiyle ilimlerin kaynaklarını ve asıllarını elde etmiş, diğer âlim­lerin ilimde ulaştıkları son noktaya ulaşmış, bütün ilimlerin fayda ve meyvesi­ni ele geçirmiş olur.

Cüz’î eşyâya âid ilimler öğrenme ve alıştırma ile elde edilebilir ve genelde bununla yetinilir. İlimde râsih olan kimsenin küllî (eşyânın aslına âid) ilmi, onun, cüz’î ilimlerin ehline mürâcaat etmesine mâni değildir. Diğerleri ise; eş­yâya âid ilimlerle dolmuşlar, hep onunla meşgul olarak ve cüz’î ilimlerle yeti­nerek, küllî (asla âid) ilimlerden kesilip uzak kalmış bulunmaktadırlar.

Gerçek zühd sahibi âlimler ise, şeriatın esası ve dinin temeli olan zarûrî ilimleri öğrendikten sonra, tamamen Allah’a yönelip, her şeyleri ile O’na bağ­landılar. Mâsivayı terkettiler. Böylece ruhları kurbiyyet makâmına ulaşarak, orada elde ettikleri nurları, onu almaya müsait kalblerinin üzerine dökmeye başladılar. Bu sâyede kalbleri, her türlü ilmi anlayacak bir hâle geldi. Sonun­da ruhları, onlar devamlı ezelî âleme bağlı kaldıkları için, ilimleri idrak etme durumundan daha ötelere yükselmiş, ilmin kabı olan vücûttan da sıyırılarak tam bir müşahedeye ulaşmıştır.

Bir yönüyle nefis tarafına bakan (zâhirî vûcudla alakası devam eden) kalb­leri, eşyaya âid ilimleri, onlara uygun biçimde, içine alacak bir kâb olmuştur. Böylece kalb ilimlerle, ilimler de kalble tanışıp kaynaşmıştır. İlimlerin kalblere ulaşması; onun gayb âleminden ayrılarak levh-i mahfuza ulaşıp, orada sâbit olması sebebiyle mümkün olmaktadır. Burada, ilmin İlâhî kaynaktan ayrılma­sının mânası; onun levh-i mahfuz’a ezelî ilme uygun olarak ayrıca yazılmış olmasıdır. Yoksa; Zât-ı Bârî’den ayrılmış ta öyle yazılmış mânasında değildir.

Kalblerin, ruhların bulunduğu makamdan ayrılması, onun nefis tarafından maddî âleme çekilmesiyle olmaktadır. Bu durumda, araları ayrılan rûh ile kal­bin birbirlerine ulaşmasını sağlayacak bir sebep gerekmektedir ki; bu da, ilim­dir. Bunun için ilimler ortaya çıkmıştır. Mârifetullah ilmine ve İlâhî edebe sa­hip olan kimse, ilimde râsih (derin anlayış ve yüksek derece sâhibi) olmuştur. Allahu Teâlâ, bazı semâvî kitaplarda şöyle vahyetmiştir:

“Ey İsrâiloğulları! İlim gökyüzündedir, onu kim indirecek? veya, yer altın­dadır, onu kim çıkaracak? veyahut, denizlerin ötesindedir, onu kim gidip de getirecek? demeyin! İlim sizin kalbinize yerleştirilmiştir. Benim huzurumda, meleklerin edebiyle edeplenip sıddîklerin ahlâkı ile ahlaklanınız ki; kalkeri­nizdeki ilmi ortaya çıkarayım ve her yanınızı ilimle doldurayım.”

Meleklerin edebi ile edeplenmek; nefsi, tabiatından kaynaklanan şerler- den alıkoymak, bütün söz ve fiillerini ilme uygun yapmakla hâsıl olur. Bu da ancak, Allahu Teâlâ’yı tanıyan, O’na yakın olan ve huzuru, İlâhî huzurda ara­yan kimse için mümkün olur. Böyle olan birisi, hakkı Hakk için korur, Cenab- ı Hakk da onu korur ve himâyesine alır.

Şeyhimiz Ebu’n-Necib Sühreverdî (rah.), bize icâzet yoluyla şu hâdiseyi haber verdi:

“Şeddâd b. Evs (r.a), bir eve misâfir olarak indi ve: “Bize şöyle yemekli bir sofra getirin de biraz eğlenelim!” deyince, etrafındakiler bu sözü ona yakıştı- ramadılar. Bunu üzerine o:

“Bu sözüm hâriç ben, müslüman olduğum günden beri hiçbir kelimemi iyi­ce düşünüp tartmadan konuşmadım. Bunu da benden duymamış olun.” de­di. İşte meleklerin edebiyle edeplenmek böyle olur.”

İncil de şöyle denmektedir: “Bildiklerinizle amel etmedikçe, bilmediğiniz şeyleri öğrenmeye kalkmayın!”

Rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Şeytan çok defa, sizi ilimle oyalıyarak ameli te’hir ettirir.” Ashab:

“Ya Rasûlellah! Şeytan bizi ilimle nasıl oyalar?” diye sorduklarında, Allah Rasûlü (s.a.v):

“Şeytan size: “Sen ilim öğrenmeye bak, iyice öğreninceye kadar amele bakma!” der. İnsan da şeytanın bu sözüne aldanarak, ilmi konu­larda durmadan laf edip durur, ameli hep sonraya bırakır ve nihâyet amel etmeden ölür gider.”[14]

İbnu Mesud (r.a) şöyle demiştir: “İlim çok şeyer öğrenip rivâyet etmek de­ğildir. İlim ancak; Allah’tan gereği gibi korkmaktır.”

Haşan el-Basrî de şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ, sırf ilim ve rivâyet sâhi- bine önem vermez. O, ancak, güzel anlayış (ve hükmünce yaşayış) sâhibine önem verir, itibar eder.”

Aslında verâset ilmi, dirâset (ta’limle öğrenilen zâhir) ilminden elde edil­miştir. Dirâset ilmi, içene keyf veren saf süte benzer. Verâset ilmi ise bu süt­ten elde edilmiş kaymak gibidir. Süt olmasaydı kaymak da olmazdı. Fakat sütten aranan kaymaktır. Sütteki su ise yağın ana maddesinin (kaymağın) el­de edilmesine yarar. Süt de ancak içindeki yağ miktarı ile kıvamını bulur. Ni­tekim Allahu Teâlâ:

“Biz, hayatı olan her şeyi sudan yarattık. ”‘[15] buyurmuştur.

Diğer bir âyet-i kerimede ise:

“Önce (küfürle) ölü iken, sonra, (hidâyetle) diriltip kendisine nûr ver­diğimiz kimse, diğeri gibi midir?’”16 buyrulmuştur. Yani, o küfür içinde ölü gibiydi, onu İslâm’la diriltip yeni bir hayata kavuşturduk, deniyor.

İslâm ile mânevî hayata kavuşmak, ilk esas ve en mühim vasıftır. İslâm’a âid birçok ilimler vardır. Onlar İslâm’ın temelini oluşturan ilimlerdir, iman et­tikten sonra İslâm, sadece tasdike bakar. Fakat İslâm’ı tam gerçekleştirdik­ten sonra imanın çeşitli kısımları vardır. Bunlarda; “ilme’l-yakîn”, “ayne’l-ya- kîn” ve “hakka’l-yakîn” mertebeleridir. Bunlara aynı zamanda, “tevhid ”, “mâ- rifet” ve “müşâhede” makamları da denmiştir. İmanın herbir mertebesi için ona âid bir ilim vardır. Görülüyor ki, İslâmî ilimler lisana âid, îmânî ilimler de kalbe âid ilimlerdir.

Kalble ilgili ilimlerin biri husûsî, diğeri umûmî iki özelliği vardır. Umûmî ola­nı ilmu’l-yakîndir ki ona, nazar ve istidlalle ulaşılır. İlmin bu kısmını âhiret âlimlerinin yanında, dünya âlimleri de elde edebilir. Kalb ilminin özel vasıfta olanı ise; ancak âhiret âlimlerine mahsustur. Bu da Allah tarafından, imanla­rı artsın diye mü’min kulların kalbine ilhâm ve inzâl edilen sekînet (İlâhî huzur ve marifettir. Buna göre, hususî vasfıyla iman, bütün rütbelere şâmil olduğu halde, umûmî manadaki iman ise, hepsine şâmil değildir. Özel vasfa baktığı­mızda yakîn ve mertebeleri de imandan sayılmaktadır. Umûmî vasfa baktığı­mızda ise, yakîn, iman üzerine ziyâde bir fazilet olmaktadır:

Müşâhedenin yakîn mertebesinde husûsî bir yeri vardır. O da “ayne’l-ya- kîn”dir. Ayne’l-yakîn derecesinde de husûsî bir makam vardır ki, o da “hak- ka’l-yakîn”dir. O halde; “hakka’l-yakîn” derecesi, müşâhede makâmının üs­tündedir. Hakka’l-yakînin asıl gerçekleşeceği ve devam edeceği yer âhiret âlemidir. Ancak bu mertebeye ulaşan kimseler, dünyada az da olsa onu ta­dabilirler.

Hakka’l-yakîn mertebesinde elde edilen bilgiler vicdanî olduğundan, İlâhî ilimler içinde en kıymetlisidir. İşte bu yüzden, nazar ve istidlâl yoluyla ilimde yakîn derecesine ulaşan zâhir ulemâsının bilgileri, sûfîlerle zühdde ileri der- ceye ulaşmış âlimlerin ilimleriyle mukâyese edildiğinde durum; yukarıda zik­rettiğimiz “verâset ilmiyle”, “dirâset ilminin” birbiri ile alâkası gibidir. Zâhir ülemâsının ilmi süte benzer; çünkü o, ilmu’l-yakîn ve işin temeli olan iman il­midir. Sûfîlerin mârifet ilmi ise; en yüksek müşâhede makâmlarında elde edil­miştir. Aynu’l-yakîn ve hakku’l-yakîn sütten elde edilen kaymak gibidir. De­mek ki; imânın fazileti ilmin faziletine bağlıdır. Amellerin değeri de, ilimden al­dıkları pay miktarıncadır.

Bir hadis-i şerifte, Rasûlullah s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Âlimin, sırf ibâdet edene üstünlüğü, benim ümmetime karşı üstünlü­ğüm gibidir. ”‘7 Burada kasdedilen ilim; alış-veriş, boşanma ve âzat etme gi­bi muâmele ilmi değil, mârifetullah ve yakîn ile ilgili ilimlerdir.

Kul, bazen, farz-ı kifâye olan ilimlerden hiç birini bilmediği halde, mârife- tullah’a ulaşıp tam bir yakin sâhibi olabilir.

Hz. Rasûlullah’ın (a.s) ashâbı mârifet ilminin inceliklerini ve yakîn merte­besinin hakikatlerini Tâbiûn âlimlerinden daha çok biliyorlardı. Tâbiûn âlim­leri içinde ise, fetvâ ve ahkâm konusunda Sahâbe-i Kiram’ın bazılarından da­ha âlim olanlar vardı.

Rivâyet edildiğine göre; Abdullah b. Ömer (r. a) kendisine bir şey soru­lunca, “Bunu Sâid b. Müseyyeb’e sorun.” derdi. Mâlum olduğu gibi; Sâid b. Müseyyeb, Tâbiin’dendi.

Abdullah b. Abbas (r.a) da “Câbir b. Abdullah’a sorun! Eğer bütün Bas­ra halkı ondan fetva isteselerdi, hepsine yeterdi.” derdi.

Enes b. Mâlik (r.a) ise: “Siz, meselenizi dostumuz Haşan el-Basrî’ye so- [16]

run. Çünkü o, ilmi ezberledi, biz ise unuttuk.” derdi.

Sahâbe-i Kirâm (r.anhüm), fetva ve ahkâmla ilgili soru soran insanları Tâ» biûn ulemâsına havâi e ediyor, yakînin hakikatlarini ve mârifetin inceliklerini ise, onlara, kendileri öğretiyorlardı. Çünkü onlar bu konularda Tâbiûn’dan da­ha kuvvetli ve daha ileriydi. İlâhî vahyin, mücmel ve mufassal ilimlerin bere­keti kendilerini kapladığından, onlardan bazıları mücmel ve mufassal ilimleri elde ettiler. Bazısı da sadece mufassal (açık) ilimleri öğrendiler. Mücmel (söz ve gizli) bilgi, ilmin aslıdır. Mufassal bilgi ise, kalb temizliği, seciye kuvveti ve yüksek kâbiliyetle elde edilir. Bu da, havassa (seçilmiş kullara) mahsustur. Allahu Teâlâ, Rasûiüne (s. a. v) şöyle buyurmuştur:

‘Rasûlüm! İnsanları hikmetle, güzel söz ve nasihatle Rabbinin yolu­na dâvet et Onlara karşı en güzel mücâdele ile mücâdele yap. ”™

Diğer bir âyet-i kerimede ise şöyle buyrulmuştur:

“Ey Rasûlüm de ki: “İşte benim yolum budur. Ben, bir görüş ve anla­yış üzere insanları Allah’a dâvet ediyorum.”[17] [18]

İşte bu yüzden, Hz. Rasûluilah’ın (s.a.v) yoluna giren ve bu dâveti kabul eden pek çok insan mevcuttur.

İnsanların bir kısmı, donuk tabiatlı, katı kalbli kimselerdir. Bunlar ancak Cehennem korkusuyla ve uyarıcı öğüt ve nasihatlarla yumuşayabilirler. Bazı­ları ise; temiz bir yaratılışa sâhip, kalbleriyle nefisleri birbirine uyum ve yakın­lık içinde olan kimselerdir. Nefsi kalbine gâlib gelen kimse, nasihat ve vaaz­la, kalbi nefsine hâkim olan kimse de, hikmetle hakka çağrılır.

Öğütle dâvete ebrâr (iyiler) uyar, bu dâvette Cennetle müjdelemek ve Ce­hennemle korkutmak esastır.

Hikmetle dâvete mukarrebûn (kurbiyyet makamına ulaşmış sâlihler) ica­bet eder. Onlar bu dâvetle, kurbiyyet makâmının lutuflarına, tertemiz mârifeî ilmine ve tevhidin inceliklerine çağrılırlar. Onlar da, İlâhî müşâhedeleri ve rab- bânî marifetleri bulduklarında, ruhları, kalbleri ve nefisleriyle icâbet ederler. Böylece; kendilerine söylenen emirlere uymaları, dâveti nefisleriyle kabul et­

tiklerini göstermektedir. İstenen ve emredilen amelleri canla başla uygulama­ları, kalbleriyle daveti tasdiklerini, manevî hâllere ulaşmaları da rûhen icâbet- lerini göstermektedir. Sûfîlerin icabeti hem rûhen, hem kalben ve hem de ne­fisleriyle, diğer insanların icabeti ise bunların bazısıyla olmaktadır.

Hz. Ömer (r.a), Suheyb er-Rûmî için; “Allah Suheyb’e rahmet etsin; o, Allah’ın azap ve ateşinden hiç korkmasaydı bile, O’na yine isyan etmezdi.” demiştir.

Bu şu demektir: Şayet kendisine, Cehennemden kurtulduğuna dâir bir emân yazılıp verilse bile o bununla gevşemezdi. Allahu Teâlâ’nın emrinin bü­yüklüğünü bilmesi, kendisini Allah’a hakkıyla kulluğa sevkederdi. O, Yüce Rabbine karşı kulluğunu, azamet sâhibi Allah’ın kendisi üzerindeki hakkını bilmesinden dolayı yapardı.

Sûfîlerin Hakk’ın dâvetine icâbetleri, sevenin sevdiğinin dâvetine büyük bir haz ve şevkle hiçbir zorluğa aldırmadan koşması gibidir. Diğer insanların icâ- beti ise; büyük bir sıkıntı ve güçlükleri aşarak gerçekleşmektedir. Bu icâbetin eseri, zamanla, istikâmet ve kulluğun gerçekleşmesiyle amellerde kendini gösterir.

Buna işâret olarak, Allahu Teâlâ buyurmuştur ki:

“Amma kim Allah yolunda verir, Allah’tan korkar ve en güzel kelime­yi (kelime-i tevhid’i) tasdik ederse, biz onu (Allah’ın râzı olduğu) en ko­lay yola ulaştırırız. ’20

Bazıları âyete şöyle mâna vermişlerdir: “O, Allah için dünya ve âhiretini verdi, onları (kıymete değer) bir şey görmedi. Boş söz ve çirkin amellerden sakındı. Güzel olanı tasdikle, Allah’a yakınlık sağlayacak amelleri yapmaya yöneldi.”

Bu âyetin, Hz. Ebu Bekir (r.a) hakkında nâzil olduğu söylenmiştir.21

Âyetin mânâsı hususunda şöyle bir izâh daha vardır:

“Ayette sahbedilen kimse, sâlih amellere devamla kendini taata verdi. Mü- şâhede yeri olan kalbini boş ve çirkin şeylerden temizledi. Biz de kendisine

20)    Leyi (92), 5-7.

21)    Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz: XXX, 221; Vâhidî, el-Vasît, IV, 503.

huzur ve muhabbet içinde amel etmesi için kolaylık kapısını açtık.”

Bunun yanında, amele yanaşmayan, içini boş şeylerle dolduran ve güze! olanı yalanlayan kimsenin basireti kapanır; melekût âlemine nüfüz edemez. O zaman biz de amellerde kolaylık kapısını kapatarak onun işini zorlaştırırız.

Bazıları demiştir ki: “Allahu Teâlâ, bir kula kötülük dilerse; ona, amel kapı­sını kapatır, tembellik kapısın açar.”

Sûfîlerin nefisleri, kalbleri ve ruhları zâhiren ve bâtınen İlâhî dâvete icâbet edince; daha fazla ilim ve daha çok mârifet sâhibi olmuşlar, bu durumda da amelleri daha temiz ve daha faziletli olmuştur.

Bir adam Muâz b. Cebel e (r.a) gelerek: “Şu iki adam hakkında ne dersin ?” Onlardan birisi, ibâdetinde gayretli, ameli çok, günahı az, ancak yakînî za­yıftır; kendisine şüphe ârız oluyor.” diye sordu. Muâz b. Cebel (r.a):

“Onun şüphesi (sonunda) amelini yok eder, yaptıklarından bir hayır gel­mez.” dedi. Adam:

“Peki; ameli az, ancak yakîni kuvvetli, bununla birlikte günahı da çok olan ikinci adam hakkında ne dersin?” diye sorunca, Muâz (r.a) sükût etti. O za­man adam:

“Vallahi, eğer şu birinci adamın şüphesi, yaptığı iyi amelleri yok ederse, bu adamın yakînî de, bütün günahlarını silip temizler” dedi. Muâz b. Cebel (r.a) adamın elini tutarak: “Bu adamdan daha anlayışlı birini görmedim.” dedi ve kendisini tasdik etti.

Lokman (a.s) bir vasiyyetinde oğluna şöyle demiştir:

“Yavrucuğum! Güzel amele ancak yakînle güç yetirilir. Kişi ancak yakîni ölçüsünde amel eder. Amel sâhibinin yakîni azalmadıkça ameli noksanlaş­maz.”

Yakîn, ilmin en faziletlisidir. Çünkü yakîn, insanı daha çok ve daha güzel amel etmeye sevkeder. İnsanı daha güzel amel etmeye sevkeden şey, onu daha güzel kulluk yapmaya götürür. Daha güzel kulluk yapmaya götüren şey ise, Rabbe karşı korunması gereken hukuku en güzel şekilde uygulamayı te’min eder. (Yani, yakîn ve ihlâs ne kadar çok olursa, kul, Rabbine o derece itaat ve kulluk yapar.)

Yakîn ve mârifetuliah konusunda en büyük pay sûfîlere ve zâhid âlimlere âiddir. Böylece onların yüceliği ve ilimlerinin fazileti ortaya çıkmış oldu.

Burada bir hâdise anlatarak onunla, âlim, zâhid ve ârif birisinin, kendisi gi­bi olmayanlar yanındaki üstünlüğünün anlaşılmasını istiyorum:

Âlimin birisi bir mescide girdi. Kendisini ilim ve mevki bakımından orada bulunanlardan üstün gördüğü için, onlardan ayrı, yalnız başına, kendine lâyık gördüğü bir yere oturdu. Bu sırada onun gibi bir âlim daha gelerek kendisinin üst tarafına oturunca; canı sıkıldı, âdeta dünyası karardı. Hatta, imkânı olsa üzerine atlayıp onu perişan edecekti. İşte bu durum, böylelerinin hâlini pek güzel ortaya koyan ve içine düştüğü hastalığı gösteren bir hâldir. Bu kişi, du­rumunun gizli bir hastalık olduğunu, tedâviye muhtaç bulunduğunu anlama­dığı gibi; bu» hastalığın sebebi hakkında da hiç düşünmemişti. Eğer o, bunun, cehâleti sebebiyle ortaya çıkan birşey olduğunu, cehlinin ise kibrinden kay­naklandığını, kibrinin de, kendisini başkalarından hayırlı görmesinden ileri geldiğini bilseydi, böyle yapmazdı.

Bir insanın, kendisinin başkalarından daha büyük ve üstün olduğunu dü­şünmesi bir kibir, bunu fiilleriyle ortaya dökmesi de tekebbürdür (yani kibir yapmaktadır.). Bunun için; o âlimin sıkılıp darlanması, bu fiiliyle tekebbüre dönüşmüştür.

Âlim ve zâhid bir sûfî, nefsini müslümanlardan üstün tutmaz, kendini hu­sûsî bir makam ve mevkide görmez. Aslında âlim bir sûfî, diğer insanlardan seçilmiş ve üstün kılınmış birisidir. Fakat o, bu şerefli hâlini nefsi adına kul­lanmaz.

Şayet onun başına, yukardakine benzer bir hâdise gelse ve başka birisi­nin onun önüne geçmesinden veya tercih edilmesinden dolayı nefsinde bir sı­kılma ve darlanma olsa; o bunun nefisten kaynaklandığını ve onun bir hasta­lık olduğunu bilir. Ona tâbi olmanın ve peşine düşmenin günah olduğunu gö­rür. Hemen, hastalığını Allahu Teâlâ’ya arzeder. Nefsin bu hâlini ve ileri git­mesini O’na şikâyet edip, güzelce Rabblne yönelir. Nefsin ortaya attığı şeyin peşine düşmez. Kalbiyle Allah’dan yardım isteyerek, nefsinin şerrinden İlâhî himâyeye sığınır. O anda içindeki bu hastalığı tedaviyle meşgul olur ve ken- dişinden üste oturan kimseye karşı içinde oluşan kötü düşünceleri gidermey­le uğraşır. Hatta çok kere; mevcud günahı temizlemek ve içinde oluşan has­talığı iyice tedâvi etmek için, kendisinin üstüne oturan kimseye daha fazla ta- vâzu ve iltifat ile muâmele eder.

İşte böylece; âlim ve ârif olan sûfî ile, nefsinin itibarını korumakla meşgul olan kimse arasındaki fark ve fazilet de anlaşılmış oldu

Bu durumda, nefsinin hâlini iyice düşünen bir kimse; nefsinin, herkesin nefsi gibi olduğunu ve onun da dünyevî makamlar peşinde koştuğunu görür. Âlim olan bu duruma düşünce, onunla, hiç ilmi olmayanlar arasında ne fark kalır ki ?

Bu konuda bu kadarla yetiniyoruz. Eğer, zâhidlerin (dünyadan gönlünü çekip Allah’a yönelen kimselerin) faziletiyle, dünyaya rağbet edenlerin (ilmen ve aklen) noksanlığını açıklamak için, benzerî misalleri çoğaltacak olsak; okuyucuya usanç verebilirdi.

Buraya kadar anlattıklarımız; sûfîlerin ilimlerinin ve hâllerinin başlangıcı­dır. Artık, onların pek kıymetli ilimlerini ve şerefli hâllerini sen düşün. Kulunu doğruya ulaştıran ve muvaffak kılan Allahu Teâlâ’dır.


[1]  Dârimî, Mukaddime, 34; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, 267; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, l, 369.

[2]  Beyhakî, Şuabu’l-imân, II, 254. (Had. No: 1663); İbnu Mâce, Mukaddime, 17.

[3]  Beyyine (98), 5.

[4]  Hûd (11), 112.

[5]  isrâ (17), 74.

[6]  Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 250.

[7]  Hûd (11), 112.

[8]  Elinizdeki eserin 61. ve 62. bölümleri, burada bir kısmı zikredilen tasavvufî hâl ve ıstılahların ta’rifine ayrıl­mıştır. O bölümlere bakınız. (Müt.)

[9]  Bakara (2), 282.

[10]  Fâtır (35), 28.

[11]  Al-i İmrân (3), 7.

[12]  Abese (80), 31.

[13]  Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz: 30, 59; Hâkim, Müstedrek, II, 514.

[14]  Hatib, el-Cami li Ahlâki’r-Râvi, I, 132 (Beyrut, 1991); Mekki, Kutu’l-Kulub, I, 130; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, I, 616.

15)  Enbiya (21), 30.

16)  En’am (6), 122.

[16]  Ebû Dâvud, ilim, 1; Tirmizi, İlim, 16; İbnu Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 99; ibnu Hanbel, V, 196.

[17]  Nahl (16), 125.

[18]  Yusuf (12), 108.