İnsan nisyan ile malûldür. Unutkandır yani. Dünyaya niçin gönderildiğini, ölümü, hesap gününü, ahireti unutur çoğu zaman. Beşerdir, şaşar; imtihan gereği önüne çıkarılan
yanlış yollara sapıp Sırat-ı Müstakim’den uzaklaşabilir. Bu sebepledir ki İslâm, kardeşlik hukuku çerçevesinde birbirlerini hayra ve hakka çağırma, kusurlarını düzeltmeleri için birbirlerine ayna olma sorumluluğu yükler müminlere.
Böyle bir sorumluluk, hepimizin ya davet eden ya davet edilen olarak içinde bulunduğu tebliğ faaliyetini, doğruluğu bakımından da dikkate almamızı gerektirir. Kendisine çağırılan şeyin hak ve hayır olması kadar, çağrı yahut tebliğin o hakikate uygunluğu, metodu, üslûbu da önemlidir. Çünkü usûl ve şartlarına dikkat edilmeden yapılan yanlış bir tebliğin, hem çağırılan hakikati zedelemesi hem muhatapları yanıltması sebebiyle vebali vardır.
Hele de bu tebliğ tasavvufa daveti amaçlıyorsa daha bir dikkat ve özen ister.
Tasavvuf bir “hâl ilmi”dir
Tasavvuf, esasları Kur’an-ı Kerim’de belirtilen ve Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “usve-i hasene” olarak uygulamalarını en güzel şekilde örnekleyip hayata aktardığı İslâm’ı, Sahabe-i Kiram efendilerimiz gibi yaşamanın yol ve yöntemini öğretir. Hiçbir müslümanın itiraz edemeyeceği böyle bir hayrı tavsiye veya tebliğde niçin özel bir dikkat, özen ve ihtiyat istiyoruz öyleyse? Bu kadar güzel, bu kadar ulvî bir amaca ulaşmayı sağlayan bir terbiye sisteminin nasıl sunulduğu çok mu önemli?
Evet, bugün İslâm dairesinde olduğu halde tasavvufa mesafeli duran, hatta din adına karşı çıkan kardeşlerimizden başka, tasavvufu dinde laubalilik gibi anlayan bazı kimselerin varlığı da gösteriyor ki, bu terbiye metodunun nasıl tebliğ ve takdim edildiği önemli. Yanlış anlamalara yol açabilecek mahiyeti ve incelik taşıyan bazı usulleri sebebiyle tasavvufu tebliğde, ister tebliğ eden, ister tebliğe muhatap olan bir konumda bulunalım, ihtiyatı elden bırakmamak gerekiyor. Şimdi bu neden böyledir, önce ona
bakalım.
Tasavvuf bir “hâl” ilmidir. Tam anlamıyla “kaal”e gelmez, yani söze dökülemez. Bir terbiye sistemi olarak merhale merhale yaşanır. Her aşamasında derunî kabullere, hedeflenen belirli tutum ve davranışlara ulaşılır, hâl olarak kesbedilir. Hâli anlatmak zordur. Tadılan bir meyvenin lezzetini, ifade yeteneğimiz ne kadar güçlü olursa olsun, o meyveyi hiç tatmamış olanlara tam manasıyla anlatmak nasıl mümkün değilse, tasavvuf atmosferini yaşamayanlara da tasavvufu anlatmak o ölçüde zordur. Dil ile
anlatılmaya kalkışıldığında ya bir tarafı eksik kalır ya da yanlış anlaşılmalara sebep olacak tarzda maksadı aşan sözler söylenebilir.
Hâl kaale gelmiyor
Yine böyle olduğu içindir ki hâl sahipleri susmayı tercih eder. Yahut Mevlâna misali, bu husustaki sorulara “Ol da gör!” cevabını verirler. Tasavvufu sözle anlatmaya çalışanlar daha ziyade tasavvuf ehli olmayan kimselerdir. Bunların yazıp söyledikleri, hayatında hiç bal tatmamış birisinin balın tadı hakkında fikir yürütmesine benzer. Muhatapta o konuyla ilgili tam ve sağlıklı bir idrak hasıl edemedikleri gibi, zahiren benzettikleri İslâm dışı bazı inanç veya sistemlerle de ilişkilendirerek tasavvufun
safiyetine gölge düşürür, kafa karıştırırlar.
Balı tadanlara gelince.. Aldıkları lezzetin, müşahede ettikleri güzelliklerin etkisiyle aşk ve şevkleri artar, cezbeye kapılır, vecd ve istiğrak halinde bazen şeriatın zahirine dokunan sözler söyleyebilirler. Genellikle samimiyet eseri olan böyle ölçüsüz sözler de sonuçta tasavvufun dışarıdan yanlış algılanmasına, tartışılmasına sebebiyet verebilir.
Tasavvufun millet olarak hayat tarzımızı belirlediği eski zamanlarda, yine dil ile ifadenin zorluğundan dolayı, bu terbiye sisteminin incelikleri mecazlarla, sembollerle anlatılırdı. Yaşadığımız hafıza ve irfan kaybından sonra bugün zihnimizde karşılığı bulunmadığı için böyle mecaz ve sembolleri kullanmak tehlikeli hale geldi. Nitekim bir kısım insanların neyin kastedildiğini anlayıp dinlemeden, günah hatta küfür saydıkları bazı sembolleri dillerine dolayarak tasavvufu din dışı gösterme gayretkeşlikleri, bu hafıza ve irfan kaybının eseridir.
Bunlar hep bir hâl ilmi olan tasavvufun söze dökülmek istendiğinde karşılaşılabilecek sıkıntılar. Bir de tasavvufun kendine özgü prensiplerinden kaynaklanan problemler var.
Şeyh uçmaz, mürit uçurur
Tasavvufta mürşit eksenli bir eğitim esastır. Böyle olmak zorundadır, çünkü seyr ü sülûk denilen manevî yolculuğu, bir rehberin denetim ve desteği olmadan, müridin kendi başına yapması mümkün değildir. Bunun için mürşidin iradesine teslimiyet şarttır. Mürşide bağlılık ve teslimiyet ise muhabbetle olur. Tasavvuf yolunun bağlılarında mutlaka bulunması gereken ve ilk bakışta fark edilen mürşit muhabbetinin bazen ölçüsü kaçabilir. Yahut mürşidin himmetiyle seyir esnasında müşahede edilen güzellikler, müridi
minnettarlık duygusunu dışa vurmaya zorlar. Bunun sonucunda “Şeyh uçmaz, müritleri uçurur” hesabı, Ehl-i Sünnet itikadına uymayan olağanüstü özellikler atfedilerek, mürşitlerin abartılı bir şekilde övüldüğü, insanüstü varlıklarmış gibi tanıtıldığı olur. İstikameti değil kerameti öne çıkaran bu tutum başka birtakım arızalara da yol açabilir.
Mesela hariçteki insanlarda, ahiret saadeti yerine dünyalık sıkıntılardan mucizevî çözümlerle kurtulma beklentisi oluşturur. Hastalık veya borçlarından kurtulmak ümidiyle dergâhlara koşanlar, bazen umduğunu bulamayınca ya da mürşidin beşerî halleriyle karşılaşınca, uğradıkları hayal kırıklığını tasavvufa fatura edebilirler. Olağandışına rağbet, sıradan insanlarda hatta günahkâr ve inkârcılarda bile görülebilecek istidraç dediğimiz hallerin keramet zannedilmesine neden olur ve kötü niyetli fırsatçılara
gün doğar. Bazı müritlerde görülen sorumluluk ihmali ve kayıtsızlığın arkasındaki, “Nasıl olsa mürşidimin himmeti beni kurtarır” dedirten kesin emniyet duygusu da mürşitlere olağanüstü güçler atfetmenin olumsuzluklarındandır.
Tasavvufta da sünnetullah, yani Cenab-ı Hakk’ın kainattaki işleyişi tâbi kıldığı kanunlar esas; bu kanunlara uymayan keramet gibi olağanüstülükler istisnadır. İstisnayı ön plana çıkarmak, tasavvufu yaşanılan hayatın dışına itecek ve ondan istifadeyi azaltacaktır.
Bazıları reşit olamıyor
Mürşit, insanları rüşd’e, yani olgunluğa eriştirerek onları reşid hale getiren demektir aynı zamanda. Bu anlam, tasavvufa intisap edenlerin, başlangıçta çocuk gibi görüldüğüne de işarettir. Akledemeyen, önünü sonunu düşünmeden ne yaptığını bilmeyen insanların çocuk gibi görülmesi, onları küçümseme ve tahkir niyetinin değil, şefkat ve merhamet nazarıyla bakmanın sonucudur. Tasavvufta halka hizmet Hakk’a hizmet bilinir. İnsan, kim ve ne olursa olsun azizdir. Günah ve kusur işleyenler dışlanmaz, aksine
onlara özellikle kucak açılır. Geçmiş hataları araştırılıp soruşturulmaz, yanlışları yüzlerine vurulmaz, Mevlâna gibi, “Ne olursan ol, gel!” çağrısıyla hepsine itibar
edilir.
Tasavvufun başlangıçtaki bu müsamahası, namaza alışsın diye camiye getirilen çocukların namaz esnasında arka saflardaki haylazlıklarını görmezden, duymazdan gelmeye benzer. Nasılsa geldikleri gibi kalmayacaklar, zaman içinde büyüyüp olgunlaşarak yanlışlarını düzelteceklerdir. Fakat bazıları yaşı ne kadar ilerlerse ilerlesin bir türlü büyümez,
çocukluk hallerinden kurtulamaz, reşit olamazlar. Daha kötüsü, tasavvufu kendilerine başlangıçta gösterilen müsamahadan ibaret sanıp çocukça davranışlarını yaşanması gereken manevî haller gibi takdim edebilirler. Ortaya, mükellefiyetlere oyun ve eğlence gibi bakan, dinin emir ve yasaklarını çok da umursamayan tasavvuf ekolleri çıkar böylece.
Siz bütün bunlara bir de maksatlı yayınların irtica paranoyasıyla zihinlere yerleştirdiği tasavvuf, tarikat, şeyh tasavvurlarındaki olumsuzluğu ekleyip “Hangi tasavvuf?” ya da “Hangisi tasavvuf?” diye sorun. Alacağınız cevapların çokluğu ve çeşitliliğinin çok ince bir dikkati gerektirdiğini, bu konuda ihtiyatlı davranmanın ne kadar önemli olduğunu siz de fark edeceksiniz.
Ölçü: Sünnet’e bağlılık
Hal böyle ise, bize teklif edilenlerin hangisi gerçek tasavvuftur, nerden bileceğiz peki? Yahut tasavvufu tebliğ edeceksek, yanlış anlamalara meydan vermemek için bunu nasıl yapmamız gerekiyor?
Buraya kadar pek de iç açıcı olmayan bir tablo çizdiğimizin farkındayız. Meselenin ne kadar dikkat istediğini göstermek için böyle yapmak zorundaydık. Ama endişeye mahal yok. Çünkü tasavvufî yollardan hangisinin doğru olduğunu gösteren çok kesin ve şaşmaz bir ölçü var: Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık!
Söylenenler, yazılıp çizilenler, iddialar hiç önemli değil. Bir tasavvufî yapının, mensuplarını İslâm ahlâkıyla ahlâklanmaya, dinin emir ve yasaklarından sapmadan istikamet üzere olmaya, Sünnet’e uymaya sevk edip etmediğine bakmak yeterli.
Tasavvuftaki sâdât silsilesinin mutlaka Hz. Peygamber s.a.v.’e dayandırılması, O’nun sünnetine uyma, O’nun izlerini takip ederek yol alma niyet ve kararlılığının da ifadesidir. Dolayısıyla Sünnet duyarlılığı, sahih tasavvufun en bariz alâmetidir.
Aynı ölçü bir mürşidin velâyetinin de göstergesidir. Tasavvufa yönelme niyetinin eyleme dönüşmesi, dergâh tercihinden ziyade Allah dostu kâmil mürşit arayışı şeklinde olur. Doğrusu da budur. Fakat irşat iddiasında bulunan birinin kâmil mürşit olup olmadığına dair delil, zannedildiği gibi keramet değil, istikamettir. Sâdât-ı Kiram’ın tamamı istikametin, yani Sırat-ı Müstakim’de Sünnet’e titizlikle uyarak, her ne olursa olsun duraklamadan, sağa sola sapmadan yürümenin kerametten üstün olduğunu söylemişlerdir. Kerametin velayete delil olmadığı, evliyaullahtan zatların, mürşid-i kâmillerin hepsine keramet verilmemesinden bellidir. Kendilerinden hiç keramet sâdır olmayan veliler de vardır.
Tebliğ sorumluluğundan kaçamayız
Tasavvufun bir hâl ilmi olması ve Sünnet’e bağlılıkla tezahür etmesi, tebliğinin de sözden ziyade hâl ile yapılmasını gerektirir. Örneklik, her zaman en etkili tebliğdir. Tarih boyunca böyle olmuştur zaten. Endonezyalıların müslüman bir kumaş tüccarının dürüstlüğünden etkilenerek İslâm’a yöneldikleri çoğumuzun malumudur. Geçmişte Anadolu’da
büyük bir medeniyete kaynaklık eden İslâm’ın, bu topraklara Horasan erenlerinin örnekliğinde tasavvuf neşvesiyle yayıldığını hatırlayalım. Kurdukları tekke ve zaviyelerde hiç kimseyi ötekileştirmeden insanlara hizmete koyulan dervişler, bir yandan yerleştikleri yerleri, bir yandan da gönülleri imar etmişlerdi. Bunu yaparken belki tasavvufu hiç anlatmadı onlar. Ama bütün mahlukata şefkatle yaklaştılar, adaletten asla ayrılmadılar. Güvenilir, maharetli, kanaatkâr ve kararlıydılar. Dervişlerin züht ve takvasını gören herkes onların lisan-ı hâl ile çağırdığı muhabbet iklimine hiçb tereddüt etmeden koşmuştu.
Temsil yoluyla tebliğ ağır bir sorumluluktur ama kaçışı da yoktur. Tasavvuf ehliyseniz eğer, tebliğ benim üstüme vazife değil diyemezsiniz. Siz farkında olsanız da olmasanız da, kılık kıyafetinizden tutum ve davranışlarınıza, insanlarla münasebetinize kadar her tavrınız, bağlı bulunduğunuz tasavvuf ekolünün tebliğidir. Bundan kaçınmak, Allah’ı kullara, kulları da Allah’a sevdirmek suretiyle Allah katında en sevimli kullardan olabilme fırsatını kaçırmak demektir. Bu sorumluluğu tevazu yahut vebal bahanesiyle terk etmek de doğru olmaz. Hâl ile temsil veya tebliğ, övünmek için değil, kendimize çekidüzen vermek için fırsat bilinmelidir. İçinde bulunduğumuz hizmet faaliyetine bizim yüzümüzden suizan edilir endişesiyle geri durmaktansa halimizi düzeltmeyi tercih elbette daha hayırlıdır.
Tariflerle tahrif etmemek için
“Tasavvuf güzel ahlâk ve edepten ibarettir.” denilmiştir. Ahlâk ve edebimizle örnek olmak esastır, ama bu tasavvuftan hiç söz etmeyelim demek değildir. Bazen sorulara cevap vermek, bir yanlış anlamayı düzeltmek gerekebilir. Hatta tasavvufa çağrı da madem ki hayrı tavsiye maksadıyla yapılan bir tebliğdir, muhataba bunun neden ve nasıl bir hayır olduğunu anlatmak mecburiyeti vardır.
Esasen bu terbiye sisteminin maksadından, metodundan, usûl ve erkânından değil; terbiye sürecinde yaşanan hallerden, kalbe gelen ve havâtır denilen ilham veya hislerden bahsetmek sakıncalı sayılmıştır. Bu nedenle tasavvufta seyr ü sülûk esnasında vâkıf olunan hallerin mürşitlerden veya onların izin ve ehliyet verdiklerinden başkasına anlatılmaması tembihlenir. Hâl veya havatırı uluorta açık etmek, hem bir övünme gayretinin eseri sayıldığı, hem de yanlış anlamalara yol açabileceği için hoş karşılanmaz. Kaldı ki bu hâl ve ilhamların rahmanî mi yoksa şeytanî mi olduğunu mürşid-i kâmillerin mihengi belirler. Mürşit zarureti biraz da bunun içindir.
Sözden sakındırılmamızın bir diğer sebebi, tasavvufun İslâm’ın dışında veya ötesinde bir inanç sistemi gibi algılanabileceği kaygısıdır. Sizin böyle bir kabulünüz olmasa bile yaptığınız her tarifin, ifade yetersizliği yahut yaşanan kötü tecrübelerin etkisiyle yanlış anlaşılması ihtimali vardır. O halde tasavvufu tarif ve izah edecek olanlar, hem kendileri hata yapmamak, hem başkalarının itirazlarına mahal vermemek için öncelikle tasavvufun zeminini iyi bilmek zorundadırlar. O zemin, Ehl-i Sünnet akaididir. Ehl-i Sünnet akidesine ters düşen hiçbir şey tasavvuf olamaz. Öyleyse bu inanç zeminine hakim olmadan tasavvufu anlatmaya kalkışmamak gerekir. Nitekim Ehl-i Sünnet çizgisindeki bütün tasavvuf kollarında, kendilerine irşat vazifesi verilecek olanlar, daha önce mutlaka fıkıh, tefsir, hadis gibi din ilimlerinden geçirilmişlerdir.
Önce olmak, sonra oldurmak
Hz. Mevlâna k.s., “Küpün içinde ne varsa, dışarı o sızar.” buyuruyor. Niyetimiz halisse, tevbemizde samimiysek, Kur’an ve Sünnet’ten beslenerek üzerimize farz olan din ilimlerini hakkıyla tahsil etmişsek; ibadetlerimizi aksatmıyor, derslerimizi zamanında yapıyor, kalbi Allah’a bağlamak için tasavvufu bir arınma ve temizlenme imkânı olarak
görüyorsak, bütün bunlar hâlimizi de kaalimizi de güzel kılacaktır.
Yok eğer dışarıya ham sözler, çiğ davranışlar sızıyorsa, içerideki problemin halledilemediğine, henüz olgunlaşılamadığına işarettir bu. Oldurmayı değil, olmayı öncelememiz gerektiğini söyler bize. Her hayır tavsiyesinde olduğu gibi tasavvufa çağrıda da önce olmak, sonra oldurmak esastır.İstikamet Nedir?
Evliyaullahta, kendilerinin iradesi dışında, Allah Tealâ’nın ikramı olarak keramet dediğimiz birtakım olağanüstü haller sıkça görülse de, onların velayetinin asıl alâmeti keramet değil istikamettir.
Bu sebeple bir mürşide istikamet sahibiyse bağlanılır, bir irşat davetine istikamete çağırıyorsa itibar edilir.
İstikamet; dinin emir ve yasaklarına titizlikle uyarak, ifrat ve tefrite düşmeden, devamlılığını aksatmadan dosdoğru yolda, yani Sırat-ı Müstakim’de yürümek demektir. İbadetlerde devamlılığı, itidâl halini ve Sünnet-i Seniyye’ye harfiyen tâbi olmayı gerektirir.
Hz. Peygamber s.a.v., Sırat-ı Müstakim üzere yürüme hususunda da bizler için en güzel örnek olduğundan, Sünnet’e riayet etmeden istikamet bulunamaz.Davetin Şartları
Tasavvufa davet, daha iyi bir kul olmaya, ibadetleri ihlâsla yapmaya, kalbi ilâhi tecellilere açarak imanı kavi kılmaya, kısaca İslâm’ı içselleştirerek yaşamaya davettir.
Bu davet veya tebliği sözle yapmak zarureti ortaya çıktığında şu şartlara uymak gerekir:
• İslâm çok iyi bilinmeli, söylenecekler mutlaka Ehl-i Sünnet ölçülerine uygun olmalıdır.
• Tebliğde bulunan kişi anlattıklarının doğruluğuna önce kendisi inanmalı, inandığını da bunlarla amel ederek göstermelidir. Tavsiye ettiğini yaşamayanların, ağzı ne kadar iyi laf yaparsa yapsın, sözlerinde tesir ve bereket olmaz.
• İslâm’ı daha güzel yaşamanın, taklitten tahkike geçmenin imkânlarından biri olan tasavvuf, din gibi yahut itikadî bir şart gibi sunulmamalı; bunun, nihayetinde bir terbiye metodu olduğu unutulmamalıdır.
• Muhatabın seviyesi gözetilmeli, iyi bilmediğimiz konularda sükut edilmeli, asla tahmin yürütülmemelidir.
• Tasavvufa çağrı, muhatabın iyiliğini düşünmenin, onu dünya ve ahiret saadetine eriştirme niyetinin, ona duyulan şefkat ve merhametin gereğidir. Kim olursa olsun bütün insanlara değer verilmeli, nezaketle davranılmalı, yumuşak ve tatlı sözlerle hitap edilmelidir. Kendini kurtarıcı mevkiinde görüp karşısındakinden minnettarlık bekleyen bir tavırdan kaçınmalıdır.
• Bazen itirazla, sert tepkilerle, alayla, hakaretle karşılaşılabilir. Böyle durumlarda itidal elden bırakılmamalı, sabırlı olunmalı, ümitsizliğe düşüp hayra davet çabası terk edilmemelidir. Zıtlaşmaya meydan vermemek için münakaşadan ısrarla uzak durulmalıdır.
• Asabiye duygusuyla Ehl-i Sünnet çerçevesindeki diğer metot, meşrep ve cemaatler asla eleştirilmemeli; akraba ve içinde bulunulan sosyal çevre ile münasebet kesilmemelidir.Menkıbe Anlatmaktan Maksat
Tasavvufa çağrı, insanları Rabbimizin yoluna davettir ve Nahl suresinin 125. ayetinde buyurulduğu üzere “güzel öğütle, hikmetle” yapılacaktır. Ayetteki “hikmetle çağrı” telkini, tasavvuf çevrelerinde kıssa ve menkıbe ağırlıklı bir anlatım tarzını geliştirmiştir.
Hikmet, bir durumun veya hadisenin altındaki mesaj yahut derin bilgi anlamlarına da gelir. Nitekim geniş ve derin anlamlar taşıyan özlü sözlere hikmet denildiği gibi, bazı olayların, üzerinde dikkatlice düşünmek suretiyle vâkıf olunabilen ibretlik mesajlara da hikmet denir.
Kıssa ve menkıbeler genellikle böyle hikmetli söz yahut hadiseleri aktarırlar. Asıl mesaj ve anlamın açık olmaması, zahirde söyleneni yorumlamayı, dolayısıyla dinleyenlerde zihnî bir katkıyı gerektirmesi sebebiyle daha etkili ve kalıcı bir bilgilenme vasıtasıdırlar. Kıssa ve menkıbelerle ibretlik hadiselerin, derin anlamlı sözlerin, salihlerin örnek alınacak faziletli davranışlarının, velilerin kerametlerinin nakledilmesindeki maksat, bize düşen hisseyi ve derinlerdeki mesajı almamızdır.
Özellikle kerametleri aktaran menkıbelerin özünü ve bize bakan eğitici tarafını ihmal ederek, anlatılan keramet karşısında çocukça bir hayretle mutlu olmak, maksada uymaz. Bu tutum aşırı bir kıssa ve menkıbe düşkünlüğüne, bunun bir eğlenceye dönüştürülmesine yol açmaktan öte, mürşid-i kâmillerin velayetini ispat çabasının, dolayısıyla müridin bağlandığı yola güvensizliğinin de ifadesi olabilir.
Menkıbelerin tasavvufu benimsetmek için hikmetine binaen ve ölçüsünü kaçırmadan anlatılmasında sakınca yok. Ölçü kaçar ve tasavvuf bütünüyle kerametlerden ibaret bir alanmış gibi takdim edilirse dünya hayatını etkilemeyen bir fantezi haline indirgenmiş olur ki, bu bir vebaldir.