Vukûf-i Adedî
Manası, çektiği zikrin farkında olmak, adedi korumaktır. Hak yolcusu zikrin sayısına dikkat etmelidir. Zikri, öğretilen edebe uygun yapmalıdır. Sayıyı korumakla birlikte, asıl olarak kalbin huzuruna dikkat etmelidir. Kalbi zikirde toplamalıdır. Özelikle “La ilahe illallah” zikrini çekerken nefsini ve Yüce Allah’tan başka bütün varlıkları unutmalı, aradan çıkarmalı, zikrin tadına ulaşmaya çalışmalıdır. Zikir esnasında kendini aşarak ilâhî cezbeye ulaşmalıdır. Bu aşk ve cezbe, manevi ilimlerin ilk basamağıdır. (I)
Bu konuda Muhammed bin Abdullah el-Hânî şunları söylemiştir:
Sâlik zikrini yaparken mürşidinin verdiği sayıya riayet etmelidir. Bu, sayıya riayetle beraber, hafî zikrin verilen mikdar yapılmasından ibarettir. Yoksa kendi başına bir sayı değildir. Bu, gönlü vesvese ve tefrikadan korumak içindir.
Büyüklerimizden bazıları demişlerdir ki: Vukûf-i adedî zikirde şart değildir. Burada esas olan kalbin zikredilenle beraber olmasıdır. Huzur halinde bulunmasıdır ki zikrin faydası ve neticesi görülsün. Bu da, nefy yaparken beşerî varlığın yok olması, isbât yaparken de ilâhî cezbe eserlerinin doğmasıdır. Nefy hali, güneş doğarken yıldızların kaybolmasına, isbat hali de gecenin güneş doğarken kaybolmasına benzer. (IV)
Gavs-ı Sâni (kuddise sırruh) bu usul ile alakalı olarak şunları söylemiştir:
“Virdlerinizi sağlam çekin, ara vermeyin. Bir çekip bir çekmemek kalbi tahriş eder. Nasıl ki doktorun verdiği ilacı bir alıp bir almazsanız faydası olmaz, bu da öyledir. Virdini bir gün çekmeyen sûfî, doksan gün geriye gider. Yani üç ay önceki hali ne ise o hale döner. Bir de ne az ne fazla verilen sayıda çekmek lazım. İlacı az alırsanız faydası olmaz, çok alırsanız zararı olur.
Sûfî üç gün zikir çekmese kalbi hasta olur. Beş – on gün, bir, iki, üç ay, dört ay zikir çekmezse kalbi (iyice) hasta olur ve ölür. Zikir kalbin hakkıdır.”
“Zikre gafletsiz ve ara vermeden devam ederseniz bu zikirden kısa zaman sonra zevk alırsınız. Sûfî yetmişbir bin vird çekiyor fakat az geliyor, çünkü zevk alıyor. Hem dünyada hem de ahırette gerçek cenneti yaşayanlar zikir ehli kişilerdir.
Sûfî beş bin zikir çekiyor. Rabbü’l-âlemîn ona elli bin zikir çekmiş gibi ecir veriyor. Elli bin sebep olana ve tövbe verene, elli bin bize, elli bin Seyda’ mıza, elli bin Gavs’ ımıza veriyor. Bu böyle ta Peygamber aleyhissalâtü vesselama kadar gidiyor. (II)
Bu usul ile ilgili Reşahhatta geçen Sadatların sözleri şöyledir:
Bahâeddin Nakşibend hazretleri bunu şu şekilde açıklamıştır:
“Kalp zikrinde sayıya uymaktaki gaye, gönüle dağınık düşüncelerin gelmesini önlemektir.[1] Hâcegân büyüklerinin sözlerinde, filan kimse filana vukûf-ı adedîyi emretti denilir. Bununla adede uyarak kalp zikri yapmak kastedilmiştir. Ancak sadece sayıya uymak tek başına yeterli değildir. Yani asıl maksat, kalp zikridir. Sayıya uymak ise araçtır ve ikinci derecede önemlidir. Zikir yapan kişinin bir nefeste üç, beş, yedi veya yirmi bir…vb. gibi tek rakam üzere zikretmesi gereklidir. Sayı her zaman tek olmalıdır.”
Alâeddin Attâr bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Zikirde sayının çok olmasından ziyade, huzur ve vukûf ile yeteri kadar yapmak daha iyidir. Böyle olursa zikrin faydası görülür. Kalp zikrinde âdet yirmi birden fazla olmasına rağmen zikrin eseri ortaya çıkmazsa bu durum amelin eksik yapıldığını gösterir. Zikrin eseri, zikir yapanın nefiy (lâ ilâhe) sırasında beşerî vücudunun yok olması, ispat (illallah) sırasında ise ulûhiyyet cezbeleri tasarrufatından bir esere vâkıf olmasıdır.”
Hâce Bahâeddin Nakşibend’in, “Vukûf-ı adedî, ledün ilminin ilk mertebesidir” sözünden murad, mümkündür ki, yolun başındakilere kıyasla yukarıda zikredilen ulûhiyyet cezbelerinin tasarrufatından doğan eserlerin hakikatinin kavranması olabilir. Nitekim Alâeddin Attâr hazretleri bu konuyu şöyle açıklamıştır: “Bu durum ilk zamanlarda oluşan bir haldir. Hakk’a yakınlaşma ve ledün ilmi o mertebede keşf olunur. Vukûf-ı adedînin ilm-i ledünün ilk mertebesi olması yolun başındakilere göredir. Şöyle ki, zikreden, bütün sayıların birden doğduğuna vâkıf olduğu gibi, kâinattaki sayılabilir nitelikteki tüm mahlûkatın yaratıcısının da vahid-i hakiki (gerçek bir) olduğuna vâkıf olmalıdır.”(III)