Sefer Der Vatan

Sefer Der Vatan

Manası, halktan kaçıp Hakk’a gitmektir. Hak yolcusu, devamlı seyir ve sefer halindedir.

O, “Ben Rabbime gidiciyim”[3] ayetiyle anlatılan durumda olmalıdır. Gidilecek yer cennettir, aranacak şey ilahi rızadır.Bunun için hak yolcusu kötü huyları terk edip iyi huylarla süslenmelidir.Haramı bırakıp helale koşmalıdır.İsyandan takvaya kaçmalıdır.Bu sefer kalp ile yapılır.Bu yol gönül ile katedilir.Kalp uyanmadan önünü göremez, terbiye görmeden Rabbini tanıyamaz, manevi kirlerden temizlenmeden hakkı müşahede edemez.

Bunun için hakka gitmek isteyen kimse, önce güvenilir bir rehber bulmalıdır.İlk sefer mürşide olmalıdır.Sonra onun terbiye ve nezaretinde kalbin manevi seyri gerçekleştirilmelidir.Mürşid elindeki seyr u sülük ile kalp aynası temizlenir.İlahi sevgi ve feyiz ile kalp kuvvetlenir.Nefsin sıfatları değişir.Böylece insan gösterişten ihlasa, gafletten zikre, zulümden adalete, isyandan itaate adım atar.Buna gerçek hicret denir.Kısaca Yüce Allah’a gitmektir.Tasavvufun hedefi, bu hicreti gerçekleştirmektir.

Bir de Hak yolcusu bir hâlde çakılıp kalmamalıdır.Devamlı hayırlarda yol almalı, güzel ahlakta ilerlemeli, manen terakki etmelidir.Hak yolunda seyir devamlıdır, durmak, usanmak ve oturmak yoktur. (I)

Bu konuda Muhammed bin Abdullah el-Hânî şunları söylemiştir:

Halk arasında, sefer denilince bir beldeden bir beldeye gitmek anlaşılır. Vatan, insanın ikamet ettiği ev yahud memlekettir. Bu terim, sâlikin seferinin aralıklardan kurtulup Hakk’a gitmek demek olduğunu ifade eder. Hazret-i İbrahim Halîlullah demiştir ki: ” Ben rabbıma gidiyorum” [4]

Sâlik, İçinde bulunduğu manevî hâli kâfî görmeyip daha güzel, daha hızla iyi amellerle dolu bir hâle sefer etmelidir.Yahud bir makamdan bir yüksek makama yükselmeğe gayret etmelidir.

Ebû Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki: “Sâlik, hevâ ve hevesini terkedip Allah’a ibadet ve tâata dönmelidir. “Sefer der-vatan” sözünden murad, bir memleketten bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç aleminde Allah’a dönüş yapmasıdır. Sâlikler, bir kâmil mürşidi buldukları zaman onun her emrini yerine getirmek için zahirî yolculukları bırakır ve onun kapısına bağlanırlar.Bâtınî yolculuklarına başlarlar.Bunlara da ancak bundan sonra mürid denilebilir.”

Şeyh Hakim Tirmizî hazretleri, sâliki zahiri yolculuktan men’ eder ve buyururdu ki: “Bütün hayır ve bereketlerin anahtarları mürid olduğun yerde sabretmendedir. Mürid denilecek hale gelinceye kadar o kapıda sabredeceksin. Sen o hale gelince bereket zahir olur. Artık sen Allah’a doğru sefer etmeğe başlamışsın demektir.Zahirde sefer etmişsin veya etmemişsin fark etmez.”

Sonra unutulmamalıdır ki, meşâyıh-ı kiram hazarâtı sâlikleri zahirî seferden menetmişlerdir.Çünkü meşakkati çoktur.Mihnetlidir. Yolculuk halinde Allah’ın rızâsına muhalif iş tutma ihtimali çoktur. Sefer, farzları ve sünnetleri terketmeğe her zaman müsaittir. Bu ise sâliklerin kalblerini tefrika ve vesvese ile harab eder. Kemale eren mürşidler ise bu meşakkatlerin tesiri altında kalmayıp Allah’dan gafil bulunmayacakları için yolculuk yapabilirler, Aksine bu yolculukları onların daha fazla terakki etmelerine sebeb olur.Dereceleri yükselir. Hem yolculuğun mihnet ve meşakketlerine tahammül ederler, hem de gittikleri yerlerde irşadda bulunurlar. Salih selefimiz, gönüllerinin, bir yeri vatan edinmeye meyledip insanlarla ülfetleri ilerlediği zaman, kendilerine onlardan gelen adetleri bırakıp rahatlarını terketmek, onların aşırı ülfetlerinden kurtulmak İçin yolculuk ederler ki, kendileri için mâsivâdan sıyrılma hali tahakkuk edip yüksek makamlara ulaşsınlar.(IV)

Gavs-ı Sâni (kuddise sırruh) bu usul ile alakalı olarak şunları söylemiştir:

“Bu zamanda insanlara yapılabilecek en büyük iyilik, tövbeyi tarif etmek ve bir mürşid-i kâmile yönlendirmektir.Sâdât-ı kiramın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider.Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli müddet sonra yavru meydana gelir.Sâdât-ı kiramın nazarı da kalbi olgunlaştırır.Allah dostlarının nazarı ilâhî bir nurdur.Bu nur kalbin ilacı olur.

Allah Teâlâ hadis-i kudsîde buyuruyor ki: ‘Kulum bana bir adım gelirse ben ona on adım gelirim’ [5]İşte Sâdâtlar da böyledir.

Vird ile latifeler arş-ı âlâdaki (asıl vatanlarına) makamlarına çıkarlar.Nefis yalnız kalır.Hizmetçisiz kalan padişah gibi olur. (O da diğerlerinin peşine takılıp arşa çıkar.) Burada Rabbü’l-âlemîn onların sıfatlarını değiştirir.Nefis müslüman olur.Artık her şeyi Allah rızası için ve isteyerek yapmaya başlar.Böylece şeklî insandan hakiki insana, taklidi imandan hakiki imana geçiş olur. (II)

Bu usul ile ilgili Reşahhatta geçen açıklama ve Sadatların sözleri şöyledir:

Sâlikin kötü ahlâktan ve doğuştan gelen beşerî sıfatlardan uzaklaşması, yani beşerî sıfatlardan melekî sıfatlara, kötü sıfatlardan güzel sıfatlara intikal etmesidir.

Mevlânâ Sa‘deddin-i Kâşgarî bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Pis kişi kötü sıfatlardan uzaklaşmadıkça nereye giderse gitsin pislikten kurtulamaz.”

Tarikat şeyhlerinin halleri sefer ve ikameti tercih etme hususunda farklı farklıdır. Bazı şeyhler başlangıçta seferi, sonda ise hazarı uygun görmüşlerdir. Bazıları da başlangıçta ikameti, sonda seferi tercih etmişlerdir. Yine bir kısım meşayih başta ve sonda ikameti uygun kabul etmişlerdir. Bir başka grup ise her ikisinde de sefer ve hareketi benimsemişlerdir.

Bahsi geçen dört grubun hepsinin sefer ve ikamet hakkındaki hedefleri doğru, niyetleri de samimidir. Bu mesele Avârif Tercümesi’inde şöyle açıklanmaktadır: “Sefer ve ikamet seçiminde Hâcegân büyüklerinin usulü şudur: Öncelikle onlar başlangıçta bir Allah dostunun hizmetine girmek için sefer ederler. Bu gerçekleştikten sonra o büyük zatın himayesinde ikamet ederler. Eğer bulundukları yerde bir Allah dostu varsa seferi terkedip onun hizmetinde gafletten uzaklaşıp uyanık olma melekesini öğrenir ve ilâhî irfanı tamamlamaya güzelce ve özenerek çaba sarfederler. Bu melekeyi kazandıktan sonra ikamet ve seferi birlikte götürürler.”

Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin düşüncesi ise şu şekildedir:

“Mübtedî (yolun başındaki) için sefer, perişanlıktan başka bir şey değildir. Bu nedenle tâlip bir azizin sohbetine eriştiğinde ikamet etmeli, mürşidinin yanında temkin sıfatını elde etmeli ve Hâcegân nisbeti melekesini kazanmaya çalışmalıdır. Daha sonra ne tarafa giderse gitsin; onun için bir engel yoktur.”

Âdem ne sefâdır ki dehensiz ola handan, Ne hoştur ağızsız gülmek

Bî-vâsıta-i çeşm cihânı îde seyrân. Gözsüz cihanı seyretmek

Bir yerde otur, seyrü sefer kıl ki ne hoştur, Ne hoştur oturduğun yerde yolculuk etmek

Bî-minnet-i pâ-geşt îdesin âlemi her ân. Ayağına minnet etmeden gezmek

Sûretin âyinesi azm-i seferden dûrdur, Ayna gitmez sûretin yanına

Kim ânı sûret-pezîr îden safâ vü nûrdur. Sûreti yansıtan üzerindeki cila.

Abdurrahman-ı Câmî Eşî‘atü’l-Lemaât isimli eserinde yukarıdaki beyti şöyle açıklar:

“Sûret aynası cilalanmış cisimden ibarettir. Bakanın sûretinin onda yansıması için aynanın sûretin bulunduğu tarafa gitmesine ihtiyacı yoktur. Çünkü, aynanın sûreti yansıtması kendi yüzünün temiz ve parlak olmasındandır. Sûretin yanına gitmeksizin karşısında duran her şey kendisinde belirir, karşısında duran nesnenin sûreti onda yansır.

İşte bunun gibi gönlün mânevî aynası dünyanın pisliklerinden kurtulup, nur ve safayı bulur ve nefsânî arzuların kirlerinden temizlenip zat ve sıfat tecelliyatına mazhar olursa seyrü sülûk ihtiyacı ortadan kalkar. Bu durumda yaratılıştan gelen istek ve arzuların pisliğiyle sonsuz hakikat deryasında bir bozulma olmaz. Çünkü onun seyrü sülûkü gönül yüzünün cilalanması ve temizlenip parlatılmasından ibarettir. Bu sefâya erişen sâlikin seyrü sülûke ihtiyacı olmaz.” (III)