islam Dini, Yüce Allah’ın Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz ile gönderdiği son ilâhî dindir. İslâm Dini’nin getirdiği hükümler ve temel prensipler üç temel başlıkta ele alınır ki, bunlar; îman, ibadet ve ahlâktır.İslâm Dini’nde îman asıl olup, îmansız yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların Yüce Allah’ın katında bir değeri yoktur. İbadetler ve her türlü güzel davranış ancak îmanla yapıldığında değer kazanır. Îman ise, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) tasdik etmek, sözlerinin doğruluğuna inanmaktır. Ehl-i sünnet inancına göre îman ile amel (ibadet ve güzel davranışlar) ayrı ayrı şeyler olmasına rağmen, aralarında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu sıkı ilişki âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde çok defalar vurgulanmıştır. “Onlardan sonra, namazı zayi eden, şehvet ve dünyevi tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır. Ancak tevbe edip inanan ve salih amel işleyenler başka. Onlar cennete, Rahmân’ın, kullarına gıyaben vaad ettiği ‘Adn’ cennetlerine girecekler ve hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz onun va’di kesinlikle gerçekleşir.” (Meryem sûresi, 19/59-61) âyetlerinde inanıp, salih amel işleyenlerin cennetle mükafatlandırılacağı, ibadetleri terk eden ve nefsin isteklerinin peşine düşenlerin büyük bir azaba çarptırılacağı açıkça belirtilmektedir. İbadetlerini terk eden, her türlü haram davranışı açıkça sergilemekten çekinmeyen, nefsinin sui isteklerinin peşinde koşturan, kısacası îman ile salih amelin bağını tamamen koparmış insanların, günümüzde, müslüman toplumlarda çoğunluğu oluşturduğunu görüyoruz. Sonuç olarak ise; yaşayış itibarıyla Yüce Rabbimizin razı olduğu, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz ve sahabesinin ortaya koyduğu asr-ı saadet toplumundan fersah fersah uzak, ancak îman ettiğini söyleyen bir toplum karşımıza çıkıyor. Îmanın gereklerinin, îmanlı insanların davranışlarına yansımama nedeni, bilgi eksikliğinin yanında, îmanın temelinde bulunması gereken sevginin eksikliğinden ya da yokluğundan da kaynaklandığını bir hakikattir. Îmanda şuur ancak sevgi ile imkan bulur. Yine ayıklığa dönüşebilen îmanî bilinç de ilâhî sevginin varlığı ile hayat bulur. Bundan dolayı îman ile sevgi münasebeti üzerinde durmak istiyoruz.Yüce Rabbimiz, îman ile sevgi arasındaki ilişkiyi bir âyetinde şöyle açıklar: „İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp O’na koştukları ortakları ilâh olarak benimseyenler ve onları, Allah’ı severcesine sevenler vardır. Îman edenlerin Allah’a karşı sevgileri ise her şeyden daha kuvvetlidir.“ (Bakara sûresi, 2/165) Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığı gibi mü’minlerin Allah’a duydukları sevgi, diğer tüm sevgilerinin önüne geçmelidir. Eğer başka bir kişi ya da nesneye duyulan sevgi Allah sevgisinin derecesine ulaşır ya da onun üstüne çıkarsa, bu kişiyi şirke (Allah’a ortak koşmaya) kadar götürür ki, şirk îman dairesinin dışına çıkmaktır.Şu âyet-i kerimede de Allah’ın emirlerini; Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin sünnetlerini yerine getirmeye engel olan her sevginin mü’min için azap sebebi olacağı bildirilmektedir: „De ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde etmiş olduğunuz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin…” (Tevbe sûresi, 9/24) Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz de şu mübarek sözlerinde nefsin emrinde olan sevginin yıkıcı gücünü ifade etmiştir: „Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar.“ (Ebû Dâvud, Edep, 125) „Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dine verdiği zarardan daha fazla değildir.“ (Tirmizî, Zühd, 43) Yüce Allah, karşı cinse duyulan sevgiyi, para ve mal sevgisini, evlada duyulan sevgileri birer imtihan sebebi kılmıştır. İnsanın bunları sevmesi yasak olmayıp, bu sevgide aşırı gitmesi, sınırı aşması yasaktır. Bu sınır ise Allah’ın bir emrini yerine getirmekle, bu anılan sevgilerden biri arasında tercih yapmak durumunda kalındığında, o şeyi Allah’ın emrini tercih edemeyecek kadar çok sevmektir. Bu sevgi sebebiyle şayet Hak’tan uzak kalıyor isek, istikametimiz yanlıştır. Bu anlamda faydalı sevginin ise kişiyi Allah’a ve Rasûlüne itaate sevk eden sevgi olduğunu da bilmeliyiz.Cenâb-ı Hakk, emirlerini değil de nefsinin arzuladıklarını yapan insanlar için başka bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Hevâ ve hevesini ilah edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Casiye sûresi, 45/23) Heva ve heves, nefsin isteklerinde aşırı gitmek olarak tanımlanabilir. Sevgi, insanın bir şeyi arzulaması demek olduğundan, heva ve heves de nefsanî sevgilerde aşırılığı ifade eden bir kavram olmaktadır. Bir kişinin evini sevmesi tabii ve dine uygun bir duygu iken, yatıp kalkıp evini düşünecek kadar sevmesi ve bağlanması gayr-i tabiidir. Araba edinmeyi istemesi doğal iken, istediği arabayı alabilmek için dinin emirlerini bile çiğnemeyi göze alması heva ve hevesini ilâhlaştırmasıdır.
Eğer mü’min insan, Allah ve Rasulü’nün sevgisini tüm sevgilerden üstün tutarsa o zaman da Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin lisanı ile îmanın halavetini (tadını) duyacak hale gelir. Hz. Enes (r.a.), Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle buyurduğunu anlatıyor: “Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa îmanın tadını duyar: Allah ve Rasûlünü bu ikisi dışında kalan her şeyden ve herkesten daha çok sevmek, bir kulu sırf Allah rızası için sevmek, Allah, îmansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.“ (Buhârî, Îman 9, 14, İkrâh 1; Müslim, Îman 67, (43); Tirmizî, Îman 10, (2626); Nesâî, Îman 3, (8, 96); İbnu Mâce, Fiten 23) Kişi, îmanın tadını duyunca da artık ona dinin emirlerini yapmak zor gelmediği gibi, Allah’ın emrettiği her şey ona güzel ve çekici gelir. Îmanının gereğini yapmada zorlanmaz, aksine îmanına aykırı bir işi yapmada kendisine cebir uygulansa bile aldırmaz, îmanı kendisine bu zorlamalara bile karşı koyabilecek bir güç verir.
Bu noktada karşımıza şu önemli soru çıkıyor? Îmanın tadını almayı sağlayacak olan Allah ve Rasûl’ünün sevgisi nasıl kazanılacak? Bilgi sahibi olmak (ilim tahsili yapmak) ve ibadetlere devam etmek akla gelen ilk işler olsa da; Allah ve Rasûlü’nün sevgisi sadece ibadetle ya da bilgi sahibi olmakla kazanılacak bir haslet değildir. Öyle olsaydı ibadet ehli insanlardan ya da dini sahada ilerlemiş ilim adamlarından Allah’ın rızasına uygun olmayan söz ve fiillerin sudur etmemesi gerekirdi.
Bu sevgi asıl olarak Allah ve Rasûlü’nü gerçekten sevenlerle birlikte olunarak kazanılabilir. Sevgi duygusu her insanın fıtratında mevcut olup, toprağa bırakılan bir su gibi mutlaka akıp gidecek bir yön arayıp bulacaktır. Bulduğu yön ise öncelikle etrafında mevcut olan insanlar olacaktır. Sevginin bir özelliği olarak da seven sevdiğine tabi olur, yani ona benzemeye çalışır. Etrafındaki insanlar, gönüllerinde Hakk sevgisi taşıyan insanlarsa, Allah’ın razı olacağı işleri yapmaya ehemmiyet vereceklerinden, o kişi de bunlara önem vermeye başlayacaktır. Bu da kişide Cenâb-ı Hakk’ın sevgisinin filizlenmesine neden olacaktır. Kulun gönlünde Allah sevgisi yeşerdikçe salih amelleri artacak, bu durumda Cenâb-ı Hakk’ın da onu sevmesine kapı açacaktır. Bir kudsî hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.…” (Buhârî, Rikak 38) İmanın halavetini tatmak isteyen ve bu sebeple zikrettiğimiz bu güzel hadîs-i kutsîdeki nimetten istifade edebilme noktasında bir mü’minin, Allah’ı ve Rasûlü’nü gerçekten seven bir örnek insana ihtiyacı vardır. Zira her kul daimi istikameti yalnız başına muhafaza edebilmekte kuşkusuz zorlanacaktır. Yorulunca, düşünce kaldıracak bir dost eline, salih arkadaşa her zaman ihtiyaç kaçınılmazdır. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, ümmeti için usve-i hasene (en güzel model/örnek) olduğu gibi, Peygamberimizin varisleri de O’nu göremeyenler için Allah ve Rasûlü’nün sevgisine ulaştıran rehberlerdir.
Günümüz insanının îmanının gereğini yaşayamaması, Allah ve Rasûlü’nü gereğince sevememesinden, Allah ve Rasulü’nü gereğince sevememesi de, kendisini bu sevgiye ulaştıracak rehber insanları bulamamasından kaynaklanmaktadır. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin sahabesi, O’nu örnek alıp, vefatından sonra da insanlara rehber olmasalardı bu din bize kadar ulaşır mıydı? Bu yüzden, bugünün rehber şahsiyetlerine ulaşabilmek ve onlara tastamam iktida edebilmek, îmanın tadına erebilmede en önemeli nimetlerdendir.Dinin temeli olan îman ve îmandan sonra insana lazım olan ibadetler ve güzel ahlâk ile Allah sevgisi arasındaki bağı ise veciz bir şekilde ifade eden şu hadis-i şerifi de zikretmeden geçemeyeceğiz. Ebü’d-Derdâ (r.a) anlatıyor: „Rasûlullah (a.s) buyurdular ki: „Hz. Dâvud (a.s)’un duaları arasında şu da vardır: „Allah’ım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.“ Ebü’d-Derdâ der ki: „Rasûlullah (a.s) Hz. Dâvud’u zikredince, onu ‘insanların en âbidi (yani çok ve en ihlâslı ibadet yapanı)’ olarak tavsif ederdi.“ (Tirmizi, Da’avât 74)