Kalp temizliği denince ne anlıyoruz?
Bu konu dinî hayatımızın temelini oluşturduğu halde, her mümin tarafından aynı hassasiyetle üzerine düşülmemektedir. Günümüzde, farz ibadetleri yapıp büyük zahiri günahlardan sakınmak „takva“ olarak tanıtılmakta ve bununla yetinilmektedir.
Bunlar takvanın birinci basamağıdır, fakat kesinlikle son noktası değildir. Kalpte bulunan ve kalp ile işlenen manevî günahlardan da arınmadıkça gerçek temizlik gerçekleşmez. Allahu Teala:
„Günahın açığını da gizlisini de terk edin; çünkü günah işleyenler yaptıklarının cezasını mutlaka çekecekler“ (En’**, 120.) buyurarak, her türlü günahtan uzak durulmasını emretmiştir.
Kur’an, kalbin temizliğine „tezkiye“ ismini vermiş ve ebedi kurtuluşu ona bağlamıştır.(A’lâ, 14-15; Şems, 9-10.)
Hz. Peygamberin (s.a.v) temel görevi tebliğ ve tezkiye olarak belirlenmiştir.(Al-i imran, 164; Cuma, 2.)
Tezkiye, kalıbı değil kalbi temizlemektir. Bu, kalbin şirk, küfür, isyan, gaflet gibi manevî kirlerden arındırılmasıdır. Bu arındırma, iman, nur, feyiz, tövbe, istiğfar, göz yaşı ve ibadetlerle olmaktadır. Hadisler, dinin ve güzel ahlakın merkezine kalbi koymuştur. Efendimiz (s.a.v), kalbin insanın dini hayatındaki yerini şöyle tanıtmıştır:
„İnsan vücudunda öyle bir parça vardır ki, o iyi olduğu zaman bütün bedenin işleri iyi ve güzel olur. O bozulduğu zaman, bütün vücut bozulur. Dikkat edin o parça kalptir.“(Buhari, iman, 39; Müslim, Masâkat, 107; ibnu Mace.Fiten, 14.)
Bunun için Rabbanî terbiyeciler, birinci hedef olarak kalbi seçerler. Bütün gayretlerini kalbin uyanmasına ve ihyasına yöneltirler. Bu işi devamlı gündemde tutarlar ve onun gerçekleşmesi için çok fazla zaman ayırırlar.
Üzülerek belirtelim ki, bugün İslam toplumları içinde kalp ihmal edilmiş, gayretler çoğunlukla mideye ve kalıba yöneltilmiştir. Öyle ki kalple işlenen günahlar gizli olduğu için zahirdeki günahlar kadar üzerinde durulmamaktadır.
Mesela, adam öldürmek, içki içmek, yalan söylemek büyük günahlardandır. Bir mümin bunlardan sakındığı gibi, kalple işlenen kin, haset, kibir, riya, aşırı dünya sevgisi, kader ve kazaya itiraz, ilahî takdire rızasızlık, gaflet gibi gizli günahlardan sakınmamaktadır.
Halbuki İbnu Hacer el-Heytemî’nin naklettiği gibi,(Heytemi, ez-Zevacir, I, 49.) kalple işlenen günahlar, dış azalarla işlenen günahlardan daha tehlikelidir; çünkü onlar, sonuçta imanı zedeler, ibadetin kabulünü engeller, salih amellerin sevabını yok eder.
Gizli günahların çoğu insanı şirke sürükler, nifaka bulaştırır, dinden bile çıkarır. Ayrıca kalpte yer eden gizli günahlar, devamlıdır, her zaman insanı tehlikeye sokar. Zahiri günahlar böyle değildir.
Bir insan devamlı adam öldüremez, hiç ara vermeden içki içemez. Fakat hasetçi bir insan devamlı haset ateşiyle kavrulur. Kibirli bir insan her işinde kibrini ortaya kor. Riyakar bir insan, ne yapsa işlerinde riya kokar. Aşırı dünya sevgisi, mal hırsı tedavi edilmezse, can çıkana kadar kalpte yara ve perde olur. Kalbi saran günahları fark etmek kadar terk etmek de zordur. Bunun için gerçekten ıslah olmuş ve Allah ile huzur bulmuş insan azdır.
Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh, insanın iç alemini oluşturan kalp, ruh, nefs ve diğer latifelerin tezkiye, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen manevî, nuranî, kalbî bir ilimdir.
Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi; batınî fıkıh diyebileceğimiz tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlakları temel konusu yapmıştır.
Manevi terbiyedeki hedef, kalbin ihsan mertebesine ulaşmasıdır, ihsan, kalbin gafletten uyanması ve manevî kirlerden arınması sonucu yakine ulaşmasıdır.
Yakin, kalbin Cenab-ı Hakk’ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip olmasıdır. Bu hâl, her mümin için bir hedeftir. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin işaret ettiği gibi din, iman, İslam ve ihsandan oluşmaktadır.(Buhari, iman, 37; Müslim, iman, 1; Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizi, iman, 4; ibnu Mace, Mukaddime, 9.) Din imanla başlamakta, ibadetlerle olgunlaşmakta, ihsanla kemale ermektedir.
Tasavvufta, kalbin selim hâle gelmesi üç safhada gerçekleştirilmektedir. Birinci safha manevî kirlerden temizlik, ikinci safha yüksek ahlaklarla güzellik, üçüncü safha ilahî huzurda kabul ve Yüce Allah ile özel beraberliktir.
Bundan sonrası huzur makamıdır. Arifler, bu hâli „kurbiyyet“ olarak tarif ederler ve gerçek manada „sûfi“ kelimesini bu sıfatı elde etmiş kâmil insan için kullanırlar.(Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, 18.)
Allahu Teala genel olarak insanları üç gruba ayırmıştır.
1-Müminler amel defterlerini sağ tarafından alıp sonuç itibariyle cennete girecek grup.
2-Kafirlerve münafıklar. Amel defterlerini sol veya arka taraflarından alıp cehenneme girecek ve orada ebediyyen kalacak grup.
3-Sâbikûn: Allahu Teala’nın özel dostluğuna ulaşmış, ilâhî huzurda sevilip kabul görmüş, Allah’a yaklaşmış salihler.(Vakıa, 11-12.) Bu gruptaki salih insanlara mukarrebun denir. Gerçek sûfi ve arifler bunlardır.
Kalbin tezkiyesi ve nefsin terbiyesi bütün müminlerin ortak hedefidir. Bu hedefte hiçbir ihtilaf yoktur, ihtilaf onun nasıl elde edileceği konusundadır.
Hz. Peygamber’in (s.a.v) Efendimiz, saadetli hayatında iken bu işin merkezinde bizzat kendisi bulunuyordu. Manevî tezkiye ve terbiye onun nezaretinde gerçekleşiyordu. Ondan sonra bu görev farklı usullerle yerine getirilmeye çalışıldı.
Saadet asrından sonra kalp hastalıkları çoğaldı ve yaygınlaştı. Öyle ki, dinî hayata tahkikten çok, taklit hakim oldu. Yaşanan manevî gerilemeye devlet yönetimi bir çare bulamadı.
Bütün iyi niyetlerine rağmen fakihler bu manevî gerilemeyi durduramadılar, onu üzülerek seyrettiler.
Muhaddisler içine düşülen manevî boşluğun tehlikelerini anlatmaktan öte bir şey yapamadılar.
Müfessirlerin ikazları halkı yöneldiği dünya hırsından alıkoymadı.
Bu arada hicri II. Asırla birlikte yeni bir ihya hareketi başladı. Bu, sönmeye yüz tutan dinî hayatı canlandırma hareketiydi. Bu hareketin başında büyük veliler bulunuyordu. Bu hareket aynı zamanda, daha sonra bir disiplin hâlini alacak tasavvufî terbiyenin temellerini oluşturuyordu. Hasan el-Basri, Maruf el-Kerhi, Malik b. Dinar, Zünnun el-Mısrî, Süfyan es-Sevri, Haris el-Muhasibi, Cüneyd el-Bağdadi gibi zatlar, bu hareketin ilk öncülüğünü yapan kimselerdir.
Önceleri, vaaz, sohbet ve örnek tavırlarla halkı kucaklayan bu irşat faaliyetleri, hicri VI, miladi XI. yüzyılda tarikat disiplini içinde kurulan terbiye müesseseleri ile yeni bir şekil aldı ve İslam alemine yayıldı.
Kurucularının adıyla anılan ve meşhur olan Ka-diriyye, Rufaiyye, Kübreviyye, Şazeliyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Bayramiyye gibi tarikatlar, İslam aleminde büyük hizmetler vermişledir.
Biz, bütün bu terbiye ekollerinin oluşturduğu sisteme „tasavvuf“ diyebiliriz.
Bu sistemi kuranların ortak görüşü şudur:
„Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetini takip etmekten başka Allah’a giden hiçbir yol yoktur. Biz bütün hallerini ve işlerini Kur’an ve sünnete göre yapmayan kimseyi Allah adamı saymayız.'(Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, X, 257; Sülemi, Tabakatu’s Sufiyye, 159; Kuşeyri, Risale, I, 107; Sühreverdi, Avarifü’l-Me-arif, 55.)
Tasavvuf deyince akla gelecek anlayış budur. Bu ölçü ve edepleri kim korursa, gerçek mümin, hakiki sûfî odur.
Tasavvufun hedefe aldığı terbiye, her mümin için zaten gerekli bir terbiyedir. Öyle ki, Huccetü’l-İslam İmam Gazali (rah) böyle bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi herkes için farz-ı ayın görmüştür; çünkü peygamberler hariç, hiç kimse manevî hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek başına kurtulamaz.(ibnu Acibe, İkazu’l-Himem, 21.)
Büyük veli Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (k.s) der ki:
„Manevîyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında olmadan bir çok büyük günah işlerken ölür gider.“(ibnu Acibe, İkazu’l-Himem, 21.)
İbnu Allan es-Sıddîkî (rah) farkında olunmayan bu günahların kibir, kendini beğenme, ibadetiyle övünme, insanları beğenmeme gibi gizli günahlar olduğunu belirtir.(Abdulkadir isa, Hakâik ani’t-Tasavvuf, 35.)